2. sezon ile
dizi süresi daha da mı arttı yoksa benim zaman algım mı değişti? Bu çarşamba
akşamı zamanda kırılma yaşanmış da ben hem bu çarşamba hem de haftaya çarşamba
akşamını yaşamış gibi hissediyorum. Saat 10’a kadar hiç ara vermeden
ilerlemesine rağmen, Poyraz Karayel, konuyu hiç dağıtmadan, sıkmadan su gibi
aktı gitti. Hatta diziyi aylar önce bırakan ev arkadaşıma gel gel bu bölüm
olmuş dedim. Ama ilk reklam arasından sonra ben koltukta uyumuş kalmış, o çoktan
odasının yolunu tutmuştu. Peki, 30. bölümde bana ‘olmuş’ dedirtenler ve sonunda
beni rüyalar âlemine teslim edenler nelerdi?
Tane tane
karakterlerin üzerinde durulduğunu hissetmek, her karakterin katman katman diplerine
inmek ve büyük sarsıntılarda tüm katmanlarının dağılmasını görmek en büyük
zevkim. Bu anlamda 30. bölümde ile aradığımı buldum.
Pek benzemesek de bi' andırıyoruz ama birbirimiz değil mi?
Örneğin, 30.
bölüm ile ilk defa Sadreddin ve Ayşegül’ün kardeş olduklarını hissettim.
Kardeşi olmadan kardeşlik üzerine ahkâm kesmiş olmak istemem ama bu güne kadar
onların kardeş olma hali üzerine kayda değer bir sahne izlediğim aklıma gelmiyor. O kadar
ki ben ilk beş bölüm farklı anneden olmalar diye düşündüm. Sonra aralarındaki
bu soğukluğun, ölen kardeş Onur yüzünden olduğunu anladık. Ancak ‘acaba
öncesinde nasıl bir ağabey kardeştiler’ diye merak etmeyi sürdürdüm.
Aralarındaki ilk kırılma Onur’un ölümü olsa da zaman, aralarına kırılmaz buz
dağları, aşılmaz denizler koymuştu. Onur’un mezarının açılması ile Ayşegül
Sadreddin'i azat etse de araya giren mesafenin kapanması imkânsız görünüyor.
Tıpkı Ayşegül’ün hala babası ile tam anlamda sağlıklı bir ilişki kuramaması
gibi. Bu gibi detayları yüzünden Poyraz Karayel’i çok seviyorum. Çünkü
hayatın en dramatik yanı da kanser olan ilişkiler değil midir? Ne iyisinizdir
ne de kötü, ne uzak durabilirsiniz ne de yakın... Ayşegül ve Baba ilişkisi de
tam böyle. O kötü huylu hücre bir kere girdi mi vücuda, ne kadar o bölgeyi
temizlediğini düşünürsen düşün, bir hasar kalır.
Bu depresyonlar hep boşluktan Begüm'cüğüm, iki haroşa örsen bir şeyciğin kalmaz.
Begüm'ün genel hikâye ile pek bir ilintisi kalmamasına rağmen hikâyedeki
tutunuşu benim için çok önemli. Ne Adil Topal'ı bilir ne Umman ailesinin
karanlık işlerinde parmağı var. Tek mevcudiyeti Sinan'ın annesi olmak ki
Sinan'a ayrılan süre de geçen sezonun başında olduğu kadar ağırlıklı değil. (Şikâyetçi
miyim, asla!) Ama Begüm, Poyraz'ın bıraktığı ilk enkaz olarak bize her bölüm çok
şey anlatıyor. Bunda Şebnem Hassanisoghi’nin oyunculuğunun da katkısı büyük,
yeri gelmişken söyleyeyim. Begüm, -diziye katıldığı ilk bölüm dışında- izlemekten
en keyif aldığım karakterlerden bir tanesi.
Sezonunu başından
beri bir yere oturtamadığım Mete ise Begüm'ün aksine ana olaylar eksenine bu kadar yakın olup çemberin içine bir türlü giremiyor. Ah Mete'ciğim Murathan Mungan'ın da dediği
gibi 'ya dışındasındır çemberin ya da
içinde yer alacaksın'. Ancak Onur Umman cinayet davası Mete'yi hikâyede
kritik noktalara taşıyacaktır. Umarım bu noktada bizi yakalayabilir. Gerçi Poyraz
Karayel'de bir davanın kapanma hızı iki bölüme denk düştüğünden Onur Umman
cinayeti mevzusunun hızla bitecek olması Mete'nin yine işlevsiz kalmasına neden
olabilir. Sanmıyorum ki uzun bir Ayşegül Mete birlikteliği izleyelim. Bir
bölüm bile olsa böyle bir ilişki Poyraz Karayel'in bünyesinde anlamsız
durabilir. İşte bu noktada, zamanında Ayşegül için dediğim şeyi şimdi de Mete
için tekrarlıyorum; 'keşke Mete savcı olsaymış'. Çünkü hem Bahri Umman hem de
İsmail Karayel'in sıkça devlet dairesi ile işleri olacaktır her olduğunda bir
iddia makamı olarak hikâyeden birini görsek fena olmaz mıydı?