Sensiz olmaz? Kimsiz mesela? Nerede, nasıl, ne zaman? Müsade
varsa ilk soru hakkımı şimdiden kullanayım diyerek açılışı
yapıyorum, nasıla bol soru cevaplı (veya "sız") epey yap-bozlu bir bölümün sonunda, yazının
başındayız.
İşim gücüm
mü yok, di mi? Bunca iğne içinde samanlıkta
#sensizolmaz'ı aramayı seçmiş olma
refleksime tıpta bir şey denecekse ne ne denirdi
bilmiyorum ama, benim kendisine verdiğim
isim erteleme dürtüsü.
Bir de; düşünecek çok şey olduğundan,
ara ara kendime batırmak için lazım bu iğne.
Sensiz olmaz'ı kimden
nerede duyduğumuzu, ne
zaman ne şekilde şahit olduğumuzu kim bilir ben hangi ara kaçırdım diye arka planda sorgu çalıştırıyor
sürekli beynim. Bazen bir
yazı yazarken Word donup
kalır, kendine geldiğinde de o ana kadar yazdığınız kelimeler uçarcasına satırlara dolar ya... Sanki bunun cevabını
bulsam, düşüncelerim
de şuraya doluverecek gibi
bir his var... Ama bulamıyorum.
Bulamadığım gibi, kafama göre yerleştiremiyorum da. Bazen de öyle kalırsınız
işte hayatta.
Yap-boz'unuzun gökyüzü
kısmı bitmiş, ama siz elinizde mavi parçayla kalakalmışsınızdır.
O mavi parçaya
başka yer aranır o vakit. Belki bir okyanus
vardır, umudu taşıyan bir gemiyi getiriyordur.
Elinizdeki tek parça, bambaşka alemleri simgeliyordur. Belki
sensiz olmaz, dilden değil,
gözlerden dökülüyordur, mesela. İçten kopup bakışlardan süzülüyordur. Kahramanları tebrik ediyorum. Bugün gözler konuştu.
Özellikle Defne. Sesini 1
dk bile açmadan izlesek de
duygusunu geçireceği türden bir iş
çıkardı, bence
muazzamdı. Defne'nin geçen haftaki pasif agresif, ısrarcı ama aynı
zamanda tutuk halinin anlam kazanması
açısından da bu değişimi
harika buldum. Defne en dış kabuğundan başlayarak, üstünde iğreti duran her şeyden
bir bir sıyrıldı.
(Hoş ben o gardrobu
istiyorum Defne, umarım
daha eş dosta dağıtmadınız!)
Defne zaten asla birilerinin yarattığı
yapma bebek olmadı,
ne bizim ne Ömer'in gözünde.
Ama bazen bazı yükler başınıza
o kadar kakılır ki, o yükleri sırtlanmadan
önce elinizin kolunuzun tutmadığını sanırsınız.
Defne; ipek tulumlarını, prenses elbiselerini atınca, içindeki güçlü, kendine güvenli demir leydi de ortaya çıktı. Onun demir leydi'liği
de Defne Topal tarzıydı tabi. Hala biraz şaşkın, merakını,
öfkesini saklayamayan,
heyecanlı. Ama Defne'de
rastlamadığımız bir renge de rastlıyorduk artık. Siyaha; onun asilliğine, kendinden emin duruşuna, vakurluğuna. Sinan'ın çikolata
zevki üzerinden karakter
tahlilini, ben de renk üzerinden
yapmak suretiyle arttırıyorum o zaman!
Defne'de artık gördüğümüz siyahlar, taş-toprak tonları; aslında onun havailiğinden,
uçuş uçuşluğundan,
bir nevi 'gökyüzünden'
düşüşünün ve yere ayak basışının birer yansıması diyorum. Otele siyahlarla
gelmesinin de bu türden bir
sebebi var. İçindeki acıyı
katran edene kadar biriktirip, orada sonsuza dek dökmeye geliyor. Ruhu da en az
elbisesi gibi karanlık.
Geliyor, ama bu kez de Sinan tarafından
durdurulmak için. Haftalardır, hatta belki dizinin başından beri benim de savunduğum bu düşünceden Defne'yi vazgeçirdiği
gibi beni de şüpheye düşürüyor Sinan. Hatta yaptığını; "yine araya girdi"
gibi değil, (belki bilinç altımda durumun trajedisini biraz olsun azaltmak
niyetiyle) yabancı dizilerde
sıkça rastladığımız "dost müdahalesi"ne benzetecek
oluyorum. (Napalım, benim
yazım da işte uçsuz bucaksız
bir serbest çağrışım
alanı çünkü!)
Adına "intervention" denen bu müdahaleler, işine burnu sokulan tarafından daima tepki hatta dehşet ve öfke ile karşılansa
da, o kişiyi mühim bir hatadan kendi yapamayacağı manevralarla döndürmeyi
başarır. Sinan'ınki de bir araya girme, bir burnunu sokma değil, yerinde bir başarı
aslında. "Ömer'i senden iyi tanıyorum" demesini de sevdim. Çünkü birileri de bizden iyi tanısın.
Duyacakları karşısında
öfkesinin gözünü kör
edeceği noktadaysak; mümkünse
bence de şu an duymasın. O kırılma
noktasının geleceğini düşünüyorum ben yine de. Gerçekleri duymak Ömer için daima çok
zor olacak; ama o gerçekleri
en doğru şekilde süzebilmesi için
hem kalbindeki hem aklındaki
kıvrımların
dana net, aydınlık ve akıcı yollar
haline gelmesi gerekiyor.