Ömer’in tuzla buz ettiği
vazo, bugünün bizim için çizilmiş metaforu oldu. Çiçekleri ne kadar beğenmiştim
oysa. İzleyenler olarak bölüm sonu itibariyle kalbimizin alacağı şekli, bize bir
yarım saat kadar öncesinden en vurucu şekilde hissettirebilmek için o
dehşetengiz yumruğu, temiz suyla doldurduğun vazoya korkusuzca sallamanı
sanırım önce bir durup takdir etmeliyiz Ömer. Ve serbest çağrışımda bir dünya
markası olduğum için şu an her nasıl da aklıma geliveren, zamanında “Elçin
soyunmasın diye n'apalım biz kendimizi feda ediyoruz!” demişliğini beynimin
derinliklerinden çıkarıp şuraya koyayım ki; biraz dehşetimiz hafiflesin,
müsaade var mı? Velhasıl, bizim içimiz parçalanmasın diye belki de elini
parçaladın, ama kan görmedik. Kan içimize oturdu çünkü. “N'apalım”.
Bu kesikler, bu hikayenin
doğasında var. Yara bere içinde kalacağımızı hep biliyorduk. “Sana gül bahçesi vadetmedim.”
de demiyordu bize bu hikaye ama... Bize gül bahçesi vadediyordu, hem de en
güzelini; sadece, her türlü dikeni ile.
İşte bugün o gül
bahçesinde uzuuun bir gezintiye çıktık. Önce tatlı bir akşamüstü yürüyüşü.
Güneş batmaya yakın, ortalık kızıla çalmış... Güllerin yaprakları yolumuzu
kapatmış adeta pembe, kırmızı bir halı gibi; bize çıkan tüm yolları kapatmış. Dünya,
ilk kez olarak ve sonunda, dışarıda kalmış. Sonra akşam rüzgarı çıkınca
üzerimizi örtmüş ki üşümeyelim. Adeta Ömer’le Defne’nin koynuna girmiş; neşe,
mutluluk, huzur soluyoruz.
Ömer Defne’ye diyor ya,
“Her şey sana benzesin istiyorum.” Bilmiyor ki aslında her şey zaten ona
benziyor. Bana o göre o ev Ömer’den daha fazla Defne’ye benziyor, mesela.
Renkleri, dokusu... Aynı anda hem hayat dolu hem sakin, dingin ve sütliman
oluşu. Ne kadar güzel ki o ahşabın turuncusuna, abajurun parlak fıstık
yeşiline, mutfak dolaplarının uçuk turkuazına baktığımızda biz Defne’yi görürken Defne ise Ömer’i görüyor. “Gerçek Ömer’e benziyor burası.” diyor, “Benim
gördüğüm haline...” Yani Ömer; bir dileğin daha gerçek oluyor bu akşam: Her şey
Defne’ye benziyor artık yavaş yavaş. Ve siz, her geçen an, her aşık çift gibi, kendinizi
birbirinize benzerken buluyorsunuz.
Sonra bir rüzgar çıkıyor.
Bu seferki bir kasırga ama... Hafif hafif yüzümüzü
okşayan; perdeleri, masa örtülerini uçuşturan önceki meltemlerden farklı. Önden
kendini hissettiriyor da ürpertiyor bizi ara ara o dalıp gittiğimiz tatlı
uykunun içinde. Bu bölüm bir rüyaya dalmışlar gibi görüyorum ben zaten onları. Durmadan
kucaklaşmaları, tatlı tatlı konuşmaları... Sanki çok uzun saatler yürüyüp
yorgun düştükten sonra dalınan, çok özlenmiş bir uyku gibi. O uykunun en derin
saatlerinde görülen rüyanın, en güzel anları gibi.
Ve sonra aydınlanıyor
ortalık ansızın. Evet bu bir rüya; çünkü rüyadan da aynen böyle pat diye
uyanırsınız. Ufak ufak hissetmeye başlarsınız önce: Gerçekle hayal birbirine
girmeye; o “Bu bir rüya aslında, di mi?" hissiyatı göz kapaklarınızı hafif hafif
yoklamaya başlar... Defne de sabah uyanıp geçmişi hatırladıkça – Neriman’ı,
anlaşmalarını, Ömer’i ilk gördüğü ve usul usul sevmeye başladı anları – vicdanı
ve mantığı kalbini çimdiklemeye başlıyor. “Yüzünü ezberlemem lazım.” diyor
mesela, ve izlerken değil düşününce anlıyorsunuz buradaki hüznü: Bazen çok
güzel bir rüyadan uyanırsınız, ve bilirsiniz ki o an; o anı, o hissi bir
yerlere kaydetmez, saklamaz, kilitlemezseniz; sonsuza dek aklınızdan uçup
gitmesi kaçınılmazdır...