Her bölümün bir ‘rengi’
var mıydı söylemek güç; ama bu bölümün bir rengi kesinlikle kaldı benim
hafızamda. Önce Ömer’le Defne’de; sonra Sinan’la Ömer’de gördük aynı zamanlarda,
aynı rengin, birbirine çok yakınlarda dalgalanan tonlarını. Adeta, sırayla bir çaresiz
ruhtan diğerine taşınan hüzün ve acı gibi karakterden karaktere taşınıyordu bu
renk... Bize bir şey mi fısıldıyordu
usulca, iddiasızca? Bana fısıldadığı kesindi. Kırmızı kadar canlı veya siyah
gibi güçlü durmayan; şahsına ait bir isim bile belki konmayan bu rengi
bulmalıydım... Önce ‘yeşil-gri’ dedim adına, ama iflah olmaz Başak detaycılığım
gecenin bir körüne varmış olmaya aldırmadan bana bir de “renk ismi arattı”(mümkünmüş,
evet) . Ve gördüm ki böyle aranan şey, sevdaya dahil olurmuş: Defne Yaprağı.
Ben böyle kendi
yazdıklarımın arasında kaybolurken bir “soru sorma durumum” – ve her şeyden
önce böyle de bir merakım – olsa herhalde bunu yapıp yapacağım gün bugün
olurdu: “Bu bölüm önce Defne ile Ömer’i, sonra Ömer ile Sinan’ı özellikle ..eee..
kurumuş ‘defne yaprağı’ renginde giydirmiş olabilir misiniz mesela, acaba?” diyecek
olurdum belki. Defne’nin bir akşam “Şey... Feryal Hanım gelmeyecek mi?” diye
sorarken sesinde titreyen o “Ağzımdan
çıkanı zinhar kulağım duymuyor, sen bana bakma!”
tınlamasıyla. En azından obsesifliğimin şanına yakışır bir soru olurdu. Üstelik
belki bu metaforu, rengin adını, tonunu bile tutturmadığımı öğrenip
“uçabildiğim mesafeler haritama” bir yeni destinasyon daha eklerdim. Ama suretle
ne zaman haşır neşir olmuştum ki, şimdi başlayayım apansız? Gönlün gördüğünü
görürmüş göz. Benim de gözlerim ‘defne yaprağı’nın üç ayrı tonunun; üç yüreğin
üstünde kuruyup kaldığını; hüznü, kederi, hayal kırıklığını, umudun kalbi terk
edip gidişini bir candan öteki cana dalga dalga taşıdığını görmüştü işte bu
akşam.
Birini diğerlerinden
ayırmak mümkün müydü ve de? Şimdiye kadar iki ürkek ruh gıyabında çektiğimiz
aşk acısı, daha ilki yüreklerden tam
inmeden versiyon 3.0’ını çıkarmıştı! Sinan’ın acısı sanıyorum ki ben dahil ona
mesafesini korumuşlara bile ayrı bir dokundu bu akşam. Sinan’a adeta soğuyan
kalbimizi ısıtıp kapılarını yeniden aralamaya karar verdiğimiz an içimize
doluveren acısı daha da sersemletici oldu. Bu acı ile beraber, benim kafamdaki
bir boşluk da doluyordu ama. Nihayet görebiliyordum, şükür, Ömer’le Sinan’ın
arasında dostluk diyebildiğimiz şeyin gerçekten var olduğunu. Birbirlerinin hayatlarında
kapladıkları yerin; kreatif toplantılar, iş yemekleri, basket maçları; hatta
hiddetli, yoğun ama daima üstü kapalı laf savaşlarından ibaret olmadığını... Dost
olmanın; anlamak, ve çok zor da olsa, onun için de kendin için durabildiğin
kadar güçlü durmak demek olduğunu....
Sinan’ın böyle bir tepe
noktasına doğru gittiğini görüyorduk zaten. Sinan o tepeden kendini içimizdeki
kör kuyulara atmak yerine, kahramanlarımızla el ele tutuşup kendini uçuruma
bırakmayı seçti ve hikayenin onu bu çatışmanın merkezine bu şekilde oturtması
bu çok sevdiğimiz, sevmesek çok üzüleceğimiz karakter için çok güzel oldu,
içleri dağlasa da. Asla istemedim Sinan’dan Defne’yi ilk duyanın Ömer olmasını.
Çünkü Ömer’de “arkadaşımın aşkısın”
deyip geri çekilecek o dağ gibi gurur; ve bunu demeye sadece gurur
yeterli gelmeyeceği için kendisininkiyle beraber bizimkini de dağlayacağı o
mangal yürek vardı, biliyordum. Bugün Sinan’da da gördük o yürekliliği. Bazen
korktuğunuz başınıza nihayet geldiğinde, çok acı çekmeyeceğinizi sanırsınız.
Ama acıya hazırlanmak diye bir şey yoktur aslında. İçten içe çıkacağını
bileceğiniz yangına nasıl hazır edebilirsiniz ki yüreğinizi? Salih Bademci
adeta içimize üfledi o yangını kül olana kadar: O dehşeti, şaşkınlığı; çünkü ne
kadar en derinde hissetseniz de, inkar edip görmezden gelseniz de, bir umut hep
vardır. Umudu söküp atmak en zorudur belki de hayatta; çünkü umut nefes alıp
vermeye eş değerdir aslında. Sinan’ın en büyük yıkımı umudunu kaybetmekti işte
bu akşam. Ve ne hazindir ki, bir gün evvel Yasemin’e “Hayatın her köşesini
tutabileceğini kim söyledi?” derken; kabullenmeyi, vakur durmayı, güçlü olmayı
nasihat ettiği kendisinden başkası olmayacakmış sonunda...