Yargı: Sevdiğinin üstüne gölge düşse yaralıyor insanı değil mi?
2 yılın ardından beni ekrana kilitleyip gördüklerimi kendimce anlatmaya itecek olan en kuvvetli etkendi; hukukla ekranın kesiştiği bir hikayeyle tanışma arzusu. Servis edilen hikayeyi okuduğumda çok keskin bir merak duymuştum. Sonrasında bölüm hikayesi, ilk yansıyan kareler, fragmanlar ve yayınlanmaya başlayan bölümler derken ‘’Yargı’’ çevreme de hızla yayılmaya başladı.

Hukukçu olduğunuzda dünyayı bambaşka bir bakış açısıyla görmeyi öğreniyorsunuz. Etrafınızdaki hemen herkesin hukukçu kimliğine sahip olmasından mıdır, etik ahlakınızın tüm değerlerinizin üstüne çıkmasından mıdır, benliğinizi manipüle etmeye başlayacak derecede düşüncelerinizin üstünde kanun kural hakimiyeti kurulmasından mıdır, yoksa bir hikayeyi döndürüp döndürüp farklı kişiliklere bürünerek anlamaya çalışmayı kanıksadığınızdan mıdır bilmiyorum. Bambaşka kişilikleri zihninizde yaşatmaya başlıyorsunuz. Detaylara takılmadan önce büyük resmi görme arzusu kaplıyor içinizi. Her şeyden evvel genele hakim olup kilit parçaları birleştirerek ilerliyorsunuz. Her zaman kapıyı açansa hayatın; olağan akışta berbat espri anlayışıyla şekillendirdiği, kenarda köşede kalmış ufacık bir detay oluyor.  Hayatın cilvesi midir Yargı’nın karakteri mi bilmem ama benim bu hikaye ile tanışmam da böyle oldu. Duyduğum merakı bastırıp işi baştan sona incelemek için beklemek istedim. Bütünün biraz daha aydınlanmasını bekledim. Önce arkadaşlarımdan dinledim. Sonra bölümleri biriktirdim. Twitter’da gezdim, çokça gördüm, geçirdim, okudum. Sema Ergenekon’un kalemine aşina olduğumu düşünürdüm. Ve bu defa yanılgım gerçekten daha keskin oldu. Yargı, televizyona olabildiğince akıcı şekilde tutunan ve emsallerinin çoğalmasını yürekten istediğim yegane işlerden şüphesiz biri. Bir Cuma günü Ceza Özel dersi çıkışı oturup peş peşe izlediğim iki bölüm ardından yazıyorum bu satırları. Kapanışı 3. bölüm ile yapacağım için de oldukça meraklı fakat bir o kadar da soğuk kanlıyım.


‘’Biz avukatlar ve siz savcılar farklı bakarız olaylara.’’

En çok duyduğum, duymaktan her geçen gün daha da nefret ettiğim cümleyi çarptı Ceylin, Savcı Ilgaz’ın yüzüne. Günlük hayatta karşılaştığımda bir yanımla ardıma bakmadan kaçmak istediğim, diğer yanımla da dört senede ince ince kazandığım hukuk etiğimi kaç cümleye sığdırabileceğimi kabaca hesap ettiğim cümle. Adalet dediğimiz kavram, soyut normu somut hayata uyarladığında ete kemiğe bürünüp karşınıza dikilecek kadar net bir gerçekliğe sahiptir. Adaleti nasıl sağlayacağınızdan bahsetmiyorum. Adalete kavuşmuş olmanın insan yüreği üzerinde oluşturduğu duygudan bahsediyorum. Hiç şaşmaz o rahatlığın verdiği his. Soluğunun genişlediğini iliklerine kadar hissedersin Hiç sekmez üzerinden kalkan yükün ağırlığı. Bir teraziye koyup ölçebileceğin kadar somuttur. Onlarca yüzlerce dava dilekçesi okur, beraat kazanan bir hükümlünün ailesini de gözlemlersiniz; mahkeme duvarları arasında evladının katilinin hüküm giymesini izleyen aileyi de. Size anlattıkları o his iki kere iki dört diyecek kadar aynı kavramı tanımlar. Tam da bu nedenle farklı bakamazsınız olaylara. Bakamam. Hukukçuyum diyorsan bakmamalısındır da. Kanlı bir hırkayı kalbinin tam üzerine çakılan ölüm acısına astığında, yok etmek o kadar da kolay değildir çünkü. ‘’Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’’ diyerek yaşattığın menfaatler en çok da böyle anlarda dolanır dizlerine. Ve hiç şaşmaz, o yılanların bir sonraki hedefi sen olursun. Ve adalet duygusunun evrenselliğiyle ilk olarak böyle tanışırsın. Ve bir hakim, bir savcı, bir avukat yanlışa doğru demekten vazgeçmediği sürece cebinde panzehir bulundurarak dolaşmaya mahkumdur.



Ceylin her şeyden habersiz, çokça aşina olduğumuz kimliği belirlenemeyen konteynır cinayetlerinden birini kendi menfaatlerini korumak amacıyla üstlenen bir avukat olarak girdi hayatımıza. ’’Herkesin savunulma hakkı vardır. Size ilk bu öğretilmiyor mu fakültede?’’ diye bir savcıya soracak kadar cevval, mesleğini de ipten adam alacak türden layığıyla icra eden bir avukat. Tam da bu özellikleri yüzden, dürüstlük abidesi olduğunu izlediğim her sahnede yüzüme haykıran bir emniyet amirinin ‘’bir avukat bul Ilgaz, bu işin sonu iyi değil.’’ cümlesinin nesnesi olmaktan kaçınamayacak kadar yeterli bir vekil. Aranan kan bulunmuşçasına bir hızla davayı üstlendi Ceylin, vekaleti aldı ve müvekkilinin çıkarlarını korumak adına canla başla çalışmaya başladı. Dosya içeriğine hakim olmadan vekalet üstlenecek kadar menfaatine olan bir teklif de eninde sonunda kör düğüm haline geldi. Bazı seçim yollarının getirdiği sonlar mutlaktır fakat mutlak kaderde mutlak olmayan şeyler vardır.

Şu dünyada kan bağının insana kazandırdığı en büyük zaaftır belki de ‘’dünya bir yana o bir yana’’ hissi. Ilgaz’da en başından beri gördüğüm, gördükçe de takdir ettiğim en önemli şey de bu hisse karşıymışçasına attığı adımlarıydı. Etik ve zaafın çatışması arasına kurduğu hassas teraziye adalet, vicdanının sesini bastırdığı gürültüye de hak hukuk dedik geçtik. Ceylin’i ortada kesinleşen bir cinayet suçu varsa ipten almaması gereken ama alsa da fena olmayacak bir kardeş ile, Çınar ile baş başa bıraktık. Vekil vekilliğini yapamadı, bir cumhuriyet savcısı da dürüst olmak ve abi olmak arasına sıkışıp kaldı. Bu yüzden de Ilgaz’ın sessizliği Metin’in gürültüsünden çok daha ikna ediciydi benim için. Bir şeyi ne kadar tekrarlarsan, ne kadar yüksek sesle haykırıyorsan en çok o şeyden yoksun oluyorsun. İstisnaları vardır elbette ama kaideyi bozacak derecede kuvvetli bir örneğini ne hukuk fakültesi sıralarında gördüm ne mahkeme salonlarında ne de hayatımda. Nitekim Yargı’da da bu durum karşıma dikildi. Katil Kim? oynamayacağım fakat ölüme giden bir yolun taşlarından birini de Metin koymuştur demek o kadar da altı boş kalmıyor bende. Üçüncü bölümün ardından geri döndüğüm bu paragrafı da Ceylin’in doğrulamasıyla içim rahat kapatıyorum.

 

İlk bölüm sonunda maktulün kimliğinin İnci olduğunu öğrenmek Ceylin kadar herkes için de can yakıcıydı. Halbuki alıştığımız bir şeydir çöp konteynırlarının mezar taşlarından daha çok kimliği açıklığa kavuşturması. 

Pınar Deniz’in büründüğü her karakterin her bir duygusunu zerre zerre seyirciye geçirmesini ciddi anlamda çok seviyorum. Rolüne çok iyi hazırlandığını da Ceylin’i çok yakından tanıyormuşum gibi hissettirmesinden anlıyorum. Nitekim Çağlayan Adliyesinde çekindiği bir fotoğraf karesi de beni mesleğimi sırtlandığına ikna edecek kadar yeterli.



Acıyı tanımak her zaman çok mümkün olmuyor. Kimsenin yaşamamasını temenni edeceğim kuvvetteki bir acıyla, başını emniyetin tuvaletinde soğuk su altına sokarak baş etmeye çalışması da zaten beni afallatmaya yetecek türdendi. İki koca bölüm içerisinde en etkilendiğim iki sahneden biri olması şüphesiz bu yüzden. Bir diğeri ise kızının cesedini teşhise çağırılan Gül Erguvan. Seyirciye acıyı geçirmenin, acıya ikna etmenin en etkili yolunun alışılmamışı yazıp ekrana çıkarmak olduğunu düşünüyorum. Bu dünya üzerinde benzerini yaşayamayacağımız tek duygu belki de ölüm acısı. İçinde o kadar çok duyguyu barındırıyor ki benzerlerini görmek, benzerlerini anlatmak, benzerlerini anlamak çok ‘zor.’ Ve bu, üç harften tek heceden tek kelimeden oluşmaması gerekecek kadar da ağır bir kavram. O nedenle Ceylin’in acıyı bir musluğun altında karşılaması, Gül’ün hayatına tuzla buz olmuş dökülüp saçılmayı bekleyen temperlenmiş cam misali devam etmesi Yargı’yı bana işleyen en kuvvetli iki sahne oldu.

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER