Anlasana, ellerindeyim artık!..*
“Önce ellerini gördüm; nasıl aydınlıktı öyle
Yıllardan bir yıl, vakitlerden bir akşam
Kovdu çevremden bütün kötülükleri
Önce ellerin
Önce ellerini gördüm, tuttum, bırakmam…”

Masumlar Apartmanı, beni bu sezon her hafta 3 saat televizyon başında oturmaya ikna edebilen tek dizi. İnternet üzerinden kısa kısa takip ettiğim farklı işler de var ama uzun zamandır hiçbir saniyesini kaçırmadan izlemeye çabaladığım bir iş çıkmamıştı karşıma. Hani video izlerken 10-15 yahut 30 saniye ilerletme butonları vardır ya, odağımız dağıldı mı çat diye basarız zamandan kazanırız. Çoğu videoda elim direkt oraya gidiyor, ilgimi çekmeyen bir karakter vs. geldiğinde ardı ardına basıyorum, sadece ilgimi çeken yerleri izliyorum. İşte bu dizi için o buton çalışmıyor, değil otuz saniye bir saniyesini bile kaçırmak istemiyor insan. Öylesine dolu dolu ve öylesine bütüncül bir işleme tarzı var. Hiçbir karakterin diğerinden daha önemli olduğunu iddia edemiyorsunuz. Başrol, yan rol yahut figüran gibi kavramlardan bahsetsek de tüm karakterlerin ayrı bir dünyası, kendine özgü bir derinliği olduğunu görebiliyoruz. Dolayısıyla her bir karakter kendi dünyasının başrolü. Hikâyeyi karakterler bakımından bu şekilde realist bir dengede işleyebilen projelere gerçekten büyük bir saygı besliyorum.

Dikkat ederseniz gündelik hayatımızda bile bu dengeyi kurmakta güçlük çekiyoruz. Her birimizin kafasında “başrol” diye nitelendirdiği belli rol modeller var. Onları belli niteliklerinden ötürü “olması gereken” figür olarak görüyoruz ve içten içe bir şekilde hep onlara benzemeye çalışıyoruz. Kendimizi onlara benzeyebildiğimiz ölçüde “başrol” kabul etmeye kadar varıyor bu iş. Oysa bu bahsettiğim dengenin farkına varabilsek her birimizin kendi hayatının başrolü olduğunu görebiliriz. Hayatımızı bizim de başrol olduğumuzun bilinciyle yaşayabilseydik eğer, şüphesiz kendimize çok daha iyi davranırdık. Bunu hikâye üzerinden örneklendirirsek, Safiye kendisinin de başrol olduğunu, hayatının iplerinin birilerinin iki dudağında değil kendi ellerinde olduğunu görebilseydi Naci’nin haykırışından çok önce durdururdu kendini.



İşte biz daha gündelik hayatta bu “sayılı başrol” yanılgısından kurtulamamışken kurgu işlerde de belli başlı karakterlerin etrafında dönen dünyalar izlemek bizi şaşırtmıyor. Bu nedenle bizi bu anlamda şaşırtan işlerle karşılaşmak beni gerçekten mutlu ediyor. Son zamanlarda “İstanbullu Gelin” bunu çok güzel başaran bir işti. Aynı şekilde şu ân aklıma “Karagül” dizisi geldi, orada kurulan dünya da gerçekten dengeliydi ve hikâye bu sayede karakterler bazında çok güzel bir şekilde açılma imkânı bulmuştu. Biraz daha eskiye gidersek eğer benim en sevdiğim işlerden biri olduğunu artık bildiğiniz “Yeditepe İstanbul” da buna çok güzel bir örnektir.

Bu bahsettiğim “denge” olayı esasında “Her insanın hikâyesi anlatılmaya değerdir.” anlayışından doğuyor. Sahnenin en önünde duran kişinin hikâyesinin onun gölgesinde kalan diğerinin hikâyesinden daha değerli olmadığı anlayışı. Hani hep deriz ya “Nerede kaldı o eski işler?..” diye. Uzayan sürelerin bunda etkisi tartışılmaz ama esas kopma bizim her hikâyeyi anlatmaya değer bulmamaya başladığımız o noktada gerçekleşti. Bunda pek tabii birtakım sosyal ve dijital maskelerle gezilen sosyal medyanın da büyük etkisi var, ardını umursamadığımız maskelerden öyle hayatlar izliyoruz ki artık her sabah selam verdiğimiz simitçinin yahut tüm gün televizyon karşısında örgü ören bir büyüğümüzün hayatı bize o kadar çekici gelmemeye başlıyor. Oysa hepimizin hikâyesi birbirinden eşsiz ve bir o kadar da güzel. Yeter ki bir dinleyen olsun!.. Hepimiz değerliyiz ve kendi hikâyelerimizin biricik başrolüyüz.



Bu bölüm de geçen hafta gibi Safiye&Naci sahneleriyle ışıldayan bir bölümdü. Hatta bu hafta daha da bir doyduk diyebiliriz. Geçen haftaki bölümün sonunda Safiye Naci’nin neden gelemediğini öğrenmeyecek, yine onun sevgisinden şüphe edecek diye çok korkmuştum. Ama neyse ki fragmanı görünce rahatladım. Millet “Naci’ye n’oldu? Naci ölecek mi? Hayın senaristler, nasıl kıyarsınız?!” diye ağlanırken periniz “Aha da Safiye Naci’yi gördü! Oh oh perişanlığı da belli Naci’nin. Kork bakayım kork aferim güzel, kıymetini anla şu adamın.” şeklinde zevkten dört köşe idi. ^^

Elbiseyi fırlatma, kendine “Uğursuzsun işte!” haykırışları da beni o kadar etkilemedi. Çünkü Naci’nin gelip onu tekrar evden çıkmaya ikna edeceğini ve Safiye’siyle böyle konuşmasına izin vermeyeceğini biliyordum. İşte tutarlı yazılan karakterleri izlerken böyle bir rahatlık oluyor.


Şu tatlışlığa bakar mısınız? ❤

Devamı düşündüğümden de güzel gelişti. O telefonla konuşma sahnesine bayıldım. Benim için o papatyalardan yol yapma sahnesini de geçin, pansuman sahnesinden bile daha güzel ve kıymetliydi. Çünkü gerçekti. Hayatın içinde, öyle çok şiir kitap bilmeden de yaşayabileceğiniz cinsten çok hoş bir sahneydi. Karakterler için şu aşamada beklenmedik bir sahne olması da ayrı bir değer kattı benim gözümde. Safiye karakteri için büyük bir gelişim örneğiydi, oldukça anlamlıydı. İçindeki kaybetme korkusu duvarlarını ve kurallarını unutturmuştu. Gülben’i sıkıştırıp durması, sonra telefonla konuştuğu kişi İnci olmasına rağmen çekinmeyip Naci’yle konuşturmasını istemesi, ona okul yıllarını anlatması… Normalde Safiye karakterinin İnci’ye yapmayacağı bir şey bu. Yoğun duygu akışının getirisi olduğu için oldukça kıymetli bir ân. Naci’nin Safiye’nin onunla konuşmak istediğini öğrenince ânlık şaşkınlığı peşine gelen gizleyemediği sevinci, Safiye’nin kendisini suçlamaması için gösterdiği çaba…

Hele o Safiye’nin devamlı sorduğu “Canın acıyor mu?” sorusu… Öyle güzel bir soru ki bu. “İyi misin?” sorusu böyle korkulu, özel bir tonlamayla sorulmadığı müddetçe tek başına geldiğinde “Aramızdaki ilişki gereği yapmam gereken bir şey var mı?” sorusu olarak geliyor benim kulağıma. Belki ben öyle duyuyorum belki de gerçekten öyle. :) Ama “Canın acıyor mu?” sorusu gerçek bir merak ve endişe içeriyor. Biliyorsun, orada “Biraz…” cevabını bile versen hemen panik içerikli gerçek bir “Acının geçmesi için ne yapabilirim?” sorusu gelecek peşine. Bu soruyu soranlar sonrasını da unutmaz; tüm korkularını bir ânlık unutup pansumanına sahip çıkar, evine çorbanı gönderir ki iyi olasın. Satırlarıma ortak olan güzel insanlar, gelin biz “İyi misin?” sorusunun devamını getirenlerden olalım. :) 



Han karakteri sinirimi bozan bir karakter. Evet o da bir şeyleri atlatamamış ve diğerlerinden farklı olarak, atlatamadığı şeyleri gizlemek zorunda hisseden, paylaşamayan bir karakter. Kalbinizdekileri birileriyle paylaşamadığınızda o birikenler zamanla içeride sıkışır, böylelerinin kalbinin katılaşması bundandır. Han’ın sert tavırları, dizginleyemediği öfkesi de bu sebepten. Esra bu sırrı saklamak yerine her mantıklı insanın yapacağı gibi bu durumu İnci’yle paylaşsa, bir şekilde Han terapiye başlasa biraz toparlar. Güya evin akıllısı ama “Naci’ye ne yaptı bu manyak?” dedirtiyor herkese.

Han’ın tüm saçmalıklarını bir şekilde anlamaya, hoşgörüyle karşılamaya çalışıyorum ama insanların hayatında söz hakkı sahibi olduğunu zanneden o küstah hâli beni çıldırtıyor. Naci’ye yaptığı üstten üstten konuşmalarda sinirden saç baş yoluyorum. Evet, ablasına bunu söylemesinin daha iyi olacağını ifade edebilir. Gerçekten de Safiye bunu bizzat Naci’den duymalı, evet bizim koca güzel kafalı Naci’miz iyileşmek için biraz çaba sarf etmeli ve bu umudu Safiye’ye de aşılamalı. Ama bunu söylemek için gerçekten de önce Safiye’yi biraz daha toparlaması gerekiyor.

Yirmi iki sene yüreğinde taşıdığın bir sevginin yerle bir olması, o kişiyi bir hastalık nedeniyle kaybetmekten çok daha ağır bir şey bence. Koca bir ömrümü boşa geçirmişim, hissiyle başa çıkamaz asıl Safiye. Kimse başa çıkamaz. Çok ağır bir yük bu. Bunun yerine kendini biraz daha toparladığı ve uğursuzluk travmasından biraz kendini kurtarabildiği bir zamanda bunu Naci’den öğrenmesi ve bu süreci beraber geçirmeleri daha insaflı. Naci karakterinin kızını babasına veda etmekten mahrum etmesi de insaflı gelmiyor bana. Çünkü bu tür hastalık süreçleri, özellikle de durum olumsuzsa, bir hazırlık sürecidir. Kişiler yavaş yavaş kendilerini duruma alıştırırlar. Ve son âna dek yanında olabilmenin vicdanlarına iyi gelen hissini yaşarlar. Birden yaşanacak bir kayıp çok daha ağır, değil mi? Beynin algılaması da zor, tam bir şok hissi!



Burada daha dinamik bir çatışma yaratılmak istenirse Safiye’nin bunu Naci’nin gitmeye hazırlandığı bir dönemde günlüğünü okuyarak öğrenmesi de iyi bir seçenek olabilir. Sonrasında “Gerçekten gidecek miydin? Beni tekrar terk edecek ve oralarda bir yerde yalnız başına ölecek miydin Naci?!” diye defteri suratına çalmalı sert bir kavga müthiş olur. Sonrasında çok az yumuşayıp “Unut sen o dramatik şair sonu hayallerini. Hiçbir yere gitmiyorsun. Beni ikinci kez bırakıp gitmene müsaade etmeyeceğim. Bundan sonra ben ne dersem o! Bu hastalıktan başka kurtulan yoksa ilk sen olacaksın, anladın mı beni Naci efendi?!” Burada Naci’nin gözlerinin dolduğunu görürüz, Safiye’nin de gözleri dolu doludur. Safiye ânın adrenalinin ve içindeki endişenin etkisiyle ilk kez Naci’ye sarılır. “İyileştireceğim seni Naci. Annemi iyileştiremedim, seni iyileştireceğim.”
Tamam, perinizle hayaller saatinden çıkalım. Az biraz kendimi kaptırınca yorumlara “Wattpad hikâyesine bağlamışsın.” yazanlar oluyor, kalbim kırılıyor. İzlemek istediklerimizi dümdüz demek yerine hikâyeleştirerek, ilham vererek anlatıyoruz şurada yav. (Elinden klasikler düşmeyen güzel insanlarımızın bu yeni platformlara olan sevgi dolu hâlleri de beni benden alıyor, orası ayrı konu.^^)



Geçtiğimiz bölümlerden birinde Naci’nin doktorla konuşma sahnesinde ağaçtan düşen tek kuru yaprağın un ufak olması metaforu aslında Naci’nin vefat edeceğine dalalet ediyor. Ama şu “Ölmemenin bir yolunu bul.” tarzı replikler -ve tabii içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen umut- senaristlerin izleyicinin yoğun tepkilerini göz önüne alarak ilk planda değişiklik yapmış olabileceklerini düşündürdü bana. Hatırlarsanız, İstanbullu Gelin’de de benzer bir durum söz konusu olunca hikâyeyi orijinaline göre işlemekten vazgeçmiş ve sonunu değiştirmişlerdi. Çok da güzel olmuştu hani. :) Dua edelim de senaristlerimiz de bize kıyamayarak Safiye'nin hayalinin benzeri bir sahneyi yaşatsınlar. ^^

Hadi be… Şu Gülbenciğimin dörtlü sahnesi gerçek olsun ♥ Safiye’nin “Çüş!” tepkisine varıncaya değin son derece gerçek olmayı hak eden bir sahne… Gülben karakterini aşırı aşırı aşırı seviyorum. Merve Dizdar çok güzel canlandırıyor ve karakter de cidden çok güzel yazılıyor, komediyle dram dozu çok güzel ayarlanıyor. Bu bölüm Safiye’ye “Sen o zekâ küpü dediğine bir kalp borçlusun ama. Nankör.” şeklinde verdiği tepkilere epey güldüm. Naci ve Safiye’ye uzaktan baktığı sahnelerde de henüz bir Boncuk olmasam da dolu dolu bir Gülben olduğumu tekrar hatırladım… Ne yapacaksın be Gülben? Hayat… “Bayram” karakterini sonradan derinlikli işleyecekler mi merak ediyorum. Çünkü baya sıfır ihtimal görüyor Gülben onu. Açıkçası Esat karakteri de Gülben’in hayallerinde gezinip durmasa ben onu bir seçenek olarak bile görmezdim. Resmen acıyarak bakıyor kıza. Evet, artık dersini aldı daha nazik falan ama aşk farklı bir şey. Bayram’ın bu saf temiz sevgisi olmasaydı Gülben’e yeni birisi gelsin isterdim de Bayram’a kıyamıyorum. O yüzden eğer Esat’a zorla dümen kırılmazsa, Bayram karakterinin biraz daha derinine inip ve oyuncuyu biraz daha düzgün giydirip o ikisine bir hikâye yazılabileceğini düşünüyorum.



Esra’nın apartmana taşınma olayı ayrı bir saçmalık. Bir de Gülben’in Esat’la hayal kurduğu eve taşınacak. Han’ın yarım ağız “Ben Gülben’i düşünmek zorundayım.” deyip sonra İnci’nin iki dakikalık mahzunluğuna hemen fikir değiştirmesi hiç sempatik falan gelmedi bana. Düşünmekten kastı birkaç saniye aklından geçirmek falan herhalde… Gerçekten İnci’ye iyi gelmek istiyorsa o daireye kendileri taşınabilirlerdi. Bir sorun olursa üst kattan yetişebilirdi bence… Hadi o olmadı diyelim, yatak odalarının olduğu kata Amerikan mutfak falan yaptırsa, çamaşır bulaşık makineleri koysa, iki de koltuk atsa İnci yemekler hariç hiç aşağı inmeden rahat edebilirdi. Yani Han karakterini iyice batmış vaziyette göstermek amaçlanıyorsa doğru yolda olduklarını söyleyebilirim, kapatın şunu hastaneye gözüm görmesin diyeceğim ama şimdi Birkan Sokullu o kıvırcık saçlarıyla Hayat Şarkısı Kerim gibi durmaya devam ettikçe yine kıyamadığım bir nokta kalıyor hep. :’)

Yoğunluğum nedeniyle düzenli bölüm yorumlarına devam edemedim. Arada böyle uzun uzun yazıp gidiyorum. ^^ Ama gerçekten diziyi düzenli takip ediyorum. Burada yoksam mutlaka ya Twitter’da ya da Instagram’da bir şeyler yazmışımdır. Gelin beni oralardan bulun, mesaj kutum hep açık. İrtibatı koparmayalım efendim. Masumlar Apartmanı ile bir dizinin karakterleri üzerinden karşılaştırmasını yapacağım bir yazı var planımda. Ben kafamdan bir karakter listesi yaptım, sizin de fikirleriniz varsa yorumlara yazın, üzerine düşünelim.

Sevgiyle ve dilerim sağlıkla kalın.
Periniz.

“Ellerin anlatır sabahın olduğunu
Ellerin yoksa bil ki gece ve karanlık
Mevsimler onlarla değişiyor görüyor musun?
Önce ellerin
Anlasana, ellerindeyim artık!”

*Önce Ellerin / Ümit Yaşar Oğuzcan / Şiir
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER