Masumlar Apartmanı: Afrika dahil... *
Aşkın binbir çeşit hâli var. Herkesin kalbi bir başka şekil çarpıyor, herkes bir başka tutuyor sevdiğinin elini. Bir başka bakıyor, bir başka yaşıyor içinde tomurcuklanan hayatı…

Herkesin sevdiği kendine ama ben en çok “bir olma” hâlini seviyorum. Hani vardır ya “biri birinden sorulma”. Hani “Ona sor, o bilir.” Ya da böyle bir yere gittiğinizde yan koltuğun hiç koşulsuz ona ait olması, ağlamak istediğinizde birinin kendiliğinden sessizce gelip yanınıza oturuvermesi, konuşmaya mecaliniz olmadığında bakışların yetmesi. Davetiyelerde aynı zarfı paylaşmak, beğenir mi endişesiyle değil kim bilir ne kadar mutlu olacak heyecanıyla hediye seçmek. Çayının şekerini karıştırmak, ekmeğin sevdiği yanını uzatmak, filmde korkacağı yeri hissedip sen bakma oraya diyerek göğsüne bastırmak, onu uyandırmadan üzerini örtmeyi öğrenmek, restoranda lavabodan döndüğünüz zaman aklınızdan geçirdiğiniz yemeğin tam da istediğiniz gibi sipariş edilmiş ve belki de çoktan gelmiş olması. Kavga ederken hangi kelimeleri kullanmamanız gerektiğini bilmek, gece onun iyi olduğundan emin olmadan uyuyamamak, eşyanızı kaybettiğinizde birinin onu pıt diye buluvermesi. En utanç duyduğunuz ânda onu yanınızda istemek, bakışlarındaki dalgalanmaları fark edebilmek, aklından ne geçirdiğini bilmek. O “tanıdık/bildik his” var ya, işte ondan bahsediyorum. Yanlış anlaşılacağından korkmamak, tartışma sonrası çıkıp gittiğinizde onun peşinizden geleceğini bilmek, sizi etkileyen bir olayı anlatmak istediğinizde en başından başlamak zorunda kalmamak.

 
Tablo değil de ne? ♥

Bu tanımlamaları yaparken “bağımlılık” gibi sağlıksız bir ilişki formuna bağlamaktan çekindim ve aklımdan geçen daha pek çok fazlasını bu belirsizliğe düşürmemek adına geri çektim. Farklı bir hâl bu. Hayatı beraber paylaşmayı seçmek. Tüm taktiklerden, yanlış anlaşılmalardan, yapmam gereklerden ve böylesi daha iyilerden uzak. Biriyle kavga ettiğinizde o kavgayı başkasına anlatıp dert yanmak aklınıza bile gelmiyorsa, iletişiminizde üçüncü kişilerin itelemesine ya da akıl vermesine ihtiyaç duymuyorsanız bir olmuşsunuz demektir. Bir problemi bile iki kişi çözemeyen insanlar nasıl iki kişilik bir hayat yaşayabilirler?
Bu muhabbet böyle gider. Uzun lafın kısası, ben “aşk” kavramında şu koca hayata karşı iki kişi olabilme kudretini ve en hiçbir şey söylemediğin ânda bile birinin seni hep anlayacak olduğunu bilme mucizesini görüyorum. Birbirinin güvenli bölgesi olma. Dışarıdan korkup kaçtığı kişi olma. En kendi olduğu hâliyle onun yanında olmaktan çekinmeme.

Bunu takiben bölümün sonundan başlayalım. Gülben’le Esat’ın arasında ne geçtiğini henüz bilmiyoruz. Tek bildiğimiz Esat’ın aynı odada kalmak ve muhtemelen birlikte uyumak istemesi. Ben şahsen Esat’ın Gülben’i daha fazlasına zorladığını asla düşünmüyorum. Gülben’i “Hazır değilim.” diyeceği bir şeye zorlayacak bir karakter değil Esat. Hadi ezkaza bir tık şansını denedi diyelim, Esat’ın Gülben’i korkutması mümkün mü? Gülben “Dur.” dediğinde durmayacak biri mi? Asla değil. O zaman Gülben’in gecenin bir yarısı ağlayarak kendi evine kaçması için ne olmuş olabilir? Ben bunu anlamakta zorlanıyorum. Esat’ın babası gelip evi bastıysa falan anca öyle “Belki…” diyeceğim.

 

Yaptığımız girizgâhın gereğine gelirsek eğer, Gülben’le Esat birbirlerini seviyorlar ve sahipleniyorlar da ama bence “bir” değiller. Sorunlarını kendi aralarında çözemiyorlar. Kalabalıklara karşı birbirlerini sahiplenebiliyorlar ama baş başa kaldıkları zaman aynı sahiplenmeyi ben göremiyorum. Burada tabii ki Gülben’in Manolya Hoca’nın deyişiyle “henüz yetişkin olmaması” durumunun etkisi var. Esat Gülben için ailesini karşısına aldı, yer yer siniri bozulsa da tüm o takıntılı durumlara elinden geldiğince uyum sağlamaya çalıştı ve en önemlisi bunları yaparken Gülben’i kırmamaya gayret etti. Ama Gülben sadece Esat’ı kendi köşesinden sevmeyi biliyor. Bir birliktelik nasıl olur bilmiyor. Evet, kendini zorlayan pek çok şey yapıyor ama kendini Esat’a bırakamadığı ve onu dışarıdan bir yabancı olarak görmekten vazgeçemediği için günün sonunda yaptıklarının ikisi için pek bir anlamı kalmıyor. Gülben Esat’ı kendinden bir parça olarak görmüyor. Bir yol arkadaşı da değil sadece “sevdiği/âşık olduğu kişi” onun için Esat. Ona tutunamıyor, ondan güç alamıyor. Onun yanında olması sokağa çıkması için yeterli ama hayatında bir ilki yaşamak için yeterli değil.

Burada bana kimse gereksiz yere kızmasın, dediğim gibi herkesin aşktan anladığı şey farklı. Gülben’le Esat kendilerini birbirlerine teslim edemedikleri ama yine de birbirlerini çok sevdikleri bir hâlini yaşıyorlar. Bu bana çok yorucu geliyor. Şahsen her daim şeker pembe olmaya ihtiyaç duymam yahut kocaman sürprizlere olmazsa olmaz demem ama yorulduğum zaman sevdiğim insanda dinlenebilmek isterim. Benim için yeni bir endişe kaynağı değil, hayattaki endişelerimden kaçıp saklandığım yer olmasını isterim.

 

Han’la Ceylan’da nispeten o tanıdıklık hissi var. Birbirlerinin ince noktalarını biliyor ve ihtiyaç duyduklarında kendilerini birbirlerine teslim edebiliyorlar. Ama burada da Han’ın hâlâ terapiye ihtiyaç duyan hâli büyük bir zorluk yaratıyor. Ceylan devamlı başına bir şey gelir diye korkusuna evinin anahtarını bulundurduğu Barkın’dan bir okyanus öteye gidince nasıl bir sorun olmuyor onu anlamasam da neyse ki Han’ın onu durduracağını düşünüyorum. Sonrasında tekrar terapiye dönmesi iyi olacak. Rüya’ya yaptığı konuşmayı sevdim. “Kafasının kötü olduğu bir ânında bencilce davranma” riskinden Rüya’yı korumak istediğine dair yaptığı konuşma. Aslında oradaki “bencilce” nitelemesini çok sevdim, pek çok örneğini gördüğümüz bu durumu öyle doğru anlatıyor ki… Rüya karakteri dizide hâlâ bir yere oturamadı ama en azından ceza sahasından çekildi, Safiye ile Naci’nin arasında bir ima olma durumu da yok olsa iyi olacak çünkü böyle bir şeyin iması dahi hiç yakışmıyor çiftime.

Safiye ile Naci’de tam olarak bu “bir olma” durumunu görüyorum ve bu yüzden onları çok seviyorum. Birbirlerine kızdıklarında bile birbirlerinden gitmiyorlar, ayrıyken bile birlikte olduklarını hissediyoruz. Bambaşka hayatlar yaşadıkları dönemde bile aynı hasreti paylaşmışlar. Ve şimdi öyle güzeller ki. ♥ Bunca zaman boyunca hep bi’ kaybetme korkusu çekmişlerdi, birbirlerine kavuşmuş olduklarına inanamıyor ve rahatlayamıyorlardı. Ama şimdi nihayet kendilerini serbest bırakabildiler.

 
Ve işte o tarihi ân... :) ♥

Özellikle Naci Hocamız maşallah bir rahatladı pir rahatladı. Yukarıya o tarihi ânın görselini koyacağım, ayol bu adam yaklaşık 40 bölümdür dizide ve ilk kez bu kadar kocaman gülümsediğini gördük. Gülümsediğinde gözlerinin içinden sevgi, şefkat ve özlem taşardı. Artık o gözlerin içi çocuk gibi parlayabiliyor, o kıpır kıpır heyecanı ve kendini âna bırakabilmenin, bir şeylerin tadını özgürce çıkarabilmenin sevincini görebiliyoruz. Safiye’nin “ne saçma şey” derken ki o “ne” de kendini bırakıveren kayma ve gevşeme, adeta bir Canım Ailem Feride yahut Kocan Kadar Konuş Efsun misali sıcacık işveli cilveli tonlama… Ya Rab bu peri bu günleri de gördü! Ya işte düşüren Allah kaldırmasını da biliyor. Biz bu adamı karanlık mahzenlerden çıkarıp aldık, şimdi böyle gözlerinin ışığıyla her tarafı aydınlatabilir hâle geldi. Çok şükür! Çok şükür! Hikmet babamızın ölçüm testinden de geçen yüzüğümüzle de hiç hasretlik çekmeyelim, tez zamanda alyansı da yanına ekleyiverelim inşallah. Naci Hocamıza da alyans pek yakışır… :)

Bölümdeki her bir sahneye ayrı ayrı bayıldım. Safiye ile Naci sahnelerine tekrardan girmeye kalkarsam beni bu yazıdan çıkaramazsınız o yüzden ötekilere de biraz bakalım.

 
Ah can abla-kardeş ♥

Bölümün başındaki Şennur sahnesini çok sevdim. Yazımızın temasından gidersek eğer “bir olmak” gerektiğinde hatasını da söyleyebilmek demek ve ayriyeten herkesle de bir olunmaz! Yan yana yürümek istediğiniz insan bir hata yaptığında diğerleriyle beraber onu terk etmezsiniz, herkes gidince yanına oturur ve konuşursunuz. Ona hatasını telafi etme ve durumu düzeltme imkânı tanımaya çalışırsınız. Öyle “Sen hata yaptın. Böyle benim yanımda duramazsın. Git düzel gel.” denmez yani. Nasıl düzelteceğini görebilmesi sağlanır, o durumda bile bırakıp gidilmez. Hani bir illüstrasyon vardır, ben çok severim. Bence bu bir olmak meselesini de çok iyi anlatıyor. Yaşlı bir çift yağmur altında yan yanalar, ikisinin de suratı asık belli ki küsler mesafeli oturuyorlar ama adam elindeki şemsiyeyi kadının üzerine tutuyor. Aralarında mesafe olduğu için kendi ıslanıyor ama yine de kavgalı olsalar da ona şemsiye tutuyor. O illüstrasyonun bir adım sonrasında da kadının biraz yaklaşıp mesafeyi kapatarak adamın şemsiyeyi kendi üstüne de tutabilmesini sağladığını hayal ederim ben hatta. Çok güzel, değil mi?

İşte “bir olmak” budur ama herkesle de bir olunmaz. Hata yaptığında yanında olursunuz, insanlığını kaybettiği zaman yanında olunacak birisi kalmamıştır. Sırf onun istemediği bir şeye destek oluyorsunuz diye sizi boşanmakla tehdit eden, hem kendi oğluna hem de kapısına gelen zor durumda hassas bir kıza,  üstelik bu kız oğlunun sevdiği kız iken, bu kadar kötü davranan biriyle bir olunmaz. Geçen bölüm sonunda Şennur nasıl bu duruma müdahale etmez, nasıl sessiz kalır inanamamıştım. Bu bölüm başında vermesi gereken tepkiyi verdiğini, üstelik Gülben’in de peşinden gittiğini ve ona yardım ettiğini görünce gerçekten içim rahatladı. Ayriyeten düğündeki Mucize Doktor Ali hâlleri de ne kadar tatlıydı öyle. ♥

 
"Peri "minnoş çift" dedi, bize sesleniyor herhalde Naci hemen yerleşelim, aferim heh bak başka yere bakıcaz hevesli demesinler." ♥

Bir diğer “bir olmak” meselesine gelirsek bakınız Okşan’ı ve patavatsız hâllerini her ne kadar sevmesem de gerçekten Bayram’la ikisi bir olabilirler. Okşan’ın dediği gibi her yere pıtı pıtı beraber giden minnoş bir çift olurlar. Okşan her ne kadar patavatsız ve biraz da görgüsüz olsa da vefa ve sadakat duyguları var onda, Bayram onu bırakmadıkça o Bayram’ın elini bırakmayacaktır.

Memduh Bey en başından beri dizideki en asil, en zarif karakterlerden biri. Naci Hocamın bir nesil üstü gibi geliyor. Okşan nasıl onun yanında ondan bir şeyler kapmaz aklım almıyor. Bu bölüm Okşan’a bir şey hissettirmeden Bayram’ı üzmemesi için engellemeye çalışması çok hoştu, önceki bölümlerde Bayram’a Okşan’ı yara bandı yapmaması adına yaptığı konuşma da.
Yine konuşmalardan gidersek Han’ın çöplükte Rüya’ya yaptığı konuşma da çok zarif ve tam da olması gerektiği gibiydi. Dürüstçe “Kötü hissettiğim bir zamana denk gelirsin ve bencilce davranırım. O zaman ne hissettiğin umurumda olmaz, bunu yapma kendine.” dedi. Gerçekten de Han o kadar kötü zamanlardan geçiyorken Rüya’ya karşı hep mesafesini koymayı bildi, ona ümit vermemek için gerçekten çabaladı. Elbette bu aferinlik bir olay değil, zaten olması gereken ama işte öyle örnekler görüyoruz ki doğrusunu gördüm mü altını çizesim geliyor. Böyle açık ama bir o kadar da zarif bir diyalog yazdıkları için senaristlerimize sevgiler.

 

Bir diğer sevdiğim ve bahsetmek istediğim sahne de Esat’ın bölüm sonu Gülben’e yaptığı konuşma. Düğünde de devamlı Gülben’i kontrol etmesi ve desteğini hissettirmesi çok güzeldi. Esat gerçekten çok çabalıyor. Ama Gülben ona alan vermiyor. Belki biraz da burada gerçekten Esat’ın dozu her zaman kendisi doğru ayarlayamamasının etkisi var. Yaşı daha genç ve nispeten bu durumla daha yeni tanışmış olduğu için algılayamıyor pek çok şeyi, hızlı sinirleniyor. Ama ben bölüm sonunda ne olup da Gülben’in eve geldiğini gerçekten öğrenmek istiyorum. Çünkü dışarıdan bir müdahale gerçekleşmediyse ve sadece ikisi vardıysa evde, Gülben’in evden çıkıp gitmesi bana affedilmez geliyor. Han’a “N’olur beni geri gönderme…” diye ağlamasından bahsetmiyorum bile.

Terapi sahnesindeki “yetişkin olmama, hâlen çocuk gibi davranma ve hissetme” vurgularını güçlendirmek için böyle bir şey yapıldıysa bilemeyeceğim ama her hâlükârda ben Esat olsam çok incinmiş ve terk edilmiş hissederdim. Odada kalmak istemeyebilir, beraber uyumaya hazır hissetmeyebilir, bunlar normal. Altına kaçırdı diyelim, çok utanacak olsa da Esat neticede bu durumu biliyor. Kendini kontrol edemeyip ilk ânda konuşamayıp salona ya da bahçeye kaçsa bile kabulüm ama oradan çıkıp gitmesi Esat’a güvenmediğini göstermez mi? Esat’ın onu istemediği bir şeye zorlayacağını mı düşünüyor da kaçıyor? Hadi bir kere kötü oldun eve geldin “Bir daha gönderme” diyecek ne yaşamış olabilirsin böyle bir adamla? Gülben’in gerçekten terapi sürecine ağırlık vermesi lazım ama bu süreçte bu şartlarda Esat yanında olamaz. İnsan güvenmediği birinden destek alamaz.

 
Ezgi Mola'nın ve şu bakışın güzelliği...

Şimdi kızıyorsunuz ama yani başka neyle karşılaştırayım Edi ile Büdü ile mi? Elbette Safiye ve Naci ile karşılaştıracağım. Yakında en benzer bu örneğimiz var. Safiye’nin de Naci’yi bu kadar yıldır tanıyor ve biliyor olmasına rağmen tensel yakınlığı minik minik adımlarla alıştıra alıştıra kurması gerekir. O da bugün Naci ile evlense muhtemelen zorlanacaktı ama ben Safiye’nin asla Naci’nin olduğu bir yerden kaçacağını düşünmüyorum. Safiye ile belki sabaha kadar salonda otururlardı sohbet ederlerdi, belki de eğer Safiye yapabilirse yorganın üzerinde aralarında mesafe bırakarak öylece uyuyabilirlerdi.

Gerçekten de Gülben’in büyümesi ve kendini toparlaması gerek. Bir şeyleri gerçek manada aşmadan kocaman şeylere girişip de herkesi, özellikle de Esat’ı perişan etmesi büyük bencillik. Eğer gelecek bölümde Gülben’in gerçekten haklı olduğunu gösterecek bir geriye dönüş izlersek ben özür dileyeceğim ama şu durumda onu haklı göremiyorum ki çok sevdiğim bir karakterdir. Evde bile durmaya dayanamasa dışarı çıkalım dese Esat onu çıkarırdı ama böyle Esat’ı yarı yolda bırakması, daha birkaç saat önce verdiği sözü tutamaması çok kırıcı geliyor bana. Beri yandan bizim bu “bir olma” meselemize de bir hayli uzak.


Kalbim♥

Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz? Gülben’in neden kaçtığı ve ne olmuş olabileceği ile ilgili tahminleri alayım. Ayriyeten koca bir yazı boyu konuştuğumuz “bir olma” meselesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizin aşktan anladığınız şey nedir?
Epeydir yorum yazamıyordum. Özellikle şu aralar bir heyecanım var, gecem gündüzüm o oldu. Ama son zamanların açık ara en iyisi, böylesi şahane bir bölümü de boş geçmek istemedim. Bunca yoğunluğumun arasında yine bir gece sabaha karşı satırlarımı size bırakıyorum. Sürç-ü lisan ettiysek affola efendim.

Bana Twitter ve Instagram hesaplarım ile hem burada hem sosyal medyada yorumlar kısımlarından ulaşabilirsiniz. Lütfen yazmaktan çekinmeyin. Karşılıklı konuşalım, düşünelim, sorgulayalım, belki de yer yer çokça sevelim. Bunun haricinde görüş paylaşımlarına yahut üslubunca yapılan yapıcı eleştirilere de tabii ki her daim okeyim ama sade kötü enerjisini atma derdinde olanlar bana yazacaklarını günlüklerine yazabilirlerse ne hoş olur. Manolya Hocamızın deyişiyle, artık yetişkin olmayı ve bir yetişkin gibi davranmayı öğrenmek gerek. Değil mi ama?.. ^.^

Çokça sevgiler, bana şans dileyin. ^^
Periniz

* Üvercinka/Şiir/Cemal Süreya
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER