Aşkın binbir çeşit hâli
var. Herkesin kalbi bir başka şekil çarpıyor, herkes bir başka tutuyor
sevdiğinin elini. Bir başka bakıyor, bir başka yaşıyor içinde tomurcuklanan
hayatı…
Herkesin
sevdiği kendine ama ben en çok “bir olma” hâlini seviyorum. Hani vardır ya
“biri birinden sorulma”. Hani “Ona sor, o bilir.” Ya da böyle bir yere
gittiğinizde yan koltuğun hiç koşulsuz ona ait olması, ağlamak istediğinizde
birinin kendiliğinden sessizce gelip yanınıza oturuvermesi, konuşmaya mecaliniz
olmadığında bakışların yetmesi. Davetiyelerde aynı zarfı paylaşmak, beğenir mi
endişesiyle değil kim bilir ne kadar mutlu olacak heyecanıyla hediye seçmek.
Çayının şekerini karıştırmak, ekmeğin sevdiği yanını uzatmak, filmde korkacağı
yeri hissedip sen bakma oraya diyerek göğsüne bastırmak, onu uyandırmadan
üzerini örtmeyi öğrenmek, restoranda lavabodan döndüğünüz zaman aklınızdan
geçirdiğiniz yemeğin tam da istediğiniz gibi sipariş edilmiş ve belki de çoktan
gelmiş olması. Kavga ederken hangi kelimeleri kullanmamanız gerektiğini bilmek,
gece onun iyi olduğundan emin olmadan uyuyamamak, eşyanızı kaybettiğinizde
birinin onu pıt diye buluvermesi. En utanç duyduğunuz ânda onu yanınızda
istemek, bakışlarındaki dalgalanmaları fark edebilmek, aklından ne geçirdiğini
bilmek. O “tanıdık/bildik his” var ya, işte ondan bahsediyorum. Yanlış
anlaşılacağından korkmamak, tartışma sonrası çıkıp gittiğinizde onun peşinizden
geleceğini bilmek, sizi etkileyen bir olayı anlatmak istediğinizde en başından
başlamak zorunda kalmamak.

Tablo değil de ne? ♥
Bu
tanımlamaları yaparken “bağımlılık” gibi sağlıksız bir ilişki formuna
bağlamaktan çekindim ve aklımdan geçen daha pek çok fazlasını bu belirsizliğe
düşürmemek adına geri çektim. Farklı bir hâl bu. Hayatı beraber paylaşmayı
seçmek. Tüm taktiklerden, yanlış anlaşılmalardan, yapmam gereklerden ve böylesi
daha iyilerden uzak. Biriyle kavga ettiğinizde o kavgayı başkasına anlatıp dert
yanmak aklınıza bile gelmiyorsa, iletişiminizde üçüncü kişilerin itelemesine ya
da akıl vermesine ihtiyaç duymuyorsanız bir olmuşsunuz demektir. Bir problemi
bile iki kişi çözemeyen insanlar nasıl iki kişilik bir hayat yaşayabilirler?
Bu
muhabbet böyle gider. Uzun lafın kısası, ben “aşk” kavramında şu koca hayata
karşı iki kişi olabilme kudretini ve en hiçbir şey söylemediğin ânda bile birinin
seni hep anlayacak olduğunu bilme mucizesini görüyorum. Birbirinin güvenli
bölgesi olma. Dışarıdan korkup kaçtığı kişi olma. En kendi olduğu hâliyle onun
yanında olmaktan çekinmeme.
Bunu
takiben bölümün sonundan başlayalım. Gülben’le Esat’ın arasında ne geçtiğini
henüz bilmiyoruz. Tek bildiğimiz Esat’ın aynı odada kalmak ve muhtemelen
birlikte uyumak istemesi. Ben şahsen Esat’ın Gülben’i daha fazlasına
zorladığını asla düşünmüyorum. Gülben’i “Hazır değilim.” diyeceği bir şeye
zorlayacak bir karakter değil Esat. Hadi ezkaza bir tık şansını denedi diyelim,
Esat’ın Gülben’i korkutması mümkün mü? Gülben “Dur.” dediğinde durmayacak biri
mi? Asla değil. O zaman Gülben’in gecenin bir yarısı ağlayarak kendi evine
kaçması için ne olmuş olabilir? Ben bunu anlamakta zorlanıyorum. Esat’ın babası
gelip evi bastıysa falan anca öyle “Belki…” diyeceğim.

Yaptığımız
girizgâhın gereğine gelirsek eğer, Gülben’le Esat birbirlerini seviyorlar ve
sahipleniyorlar da ama bence “bir” değiller. Sorunlarını kendi aralarında çözemiyorlar.
Kalabalıklara karşı birbirlerini sahiplenebiliyorlar ama baş başa kaldıkları
zaman aynı sahiplenmeyi ben göremiyorum. Burada tabii ki Gülben’in Manolya
Hoca’nın deyişiyle “henüz yetişkin olmaması” durumunun etkisi var. Esat Gülben
için ailesini karşısına aldı, yer yer siniri bozulsa da tüm o takıntılı
durumlara elinden geldiğince uyum sağlamaya çalıştı ve en önemlisi bunları
yaparken Gülben’i kırmamaya gayret etti. Ama Gülben sadece Esat’ı kendi
köşesinden sevmeyi biliyor. Bir birliktelik nasıl olur bilmiyor. Evet, kendini
zorlayan pek çok şey yapıyor ama kendini Esat’a bırakamadığı ve onu dışarıdan
bir yabancı olarak görmekten vazgeçemediği için günün sonunda yaptıklarının
ikisi için pek bir anlamı kalmıyor. Gülben Esat’ı kendinden bir parça olarak
görmüyor. Bir yol arkadaşı da değil sadece “sevdiği/âşık olduğu kişi” onun için
Esat. Ona tutunamıyor, ondan güç alamıyor. Onun yanında olması sokağa çıkması
için yeterli ama hayatında bir ilki yaşamak için yeterli değil.
Burada
bana kimse gereksiz yere kızmasın, dediğim gibi herkesin aşktan anladığı şey
farklı. Gülben’le Esat kendilerini birbirlerine teslim edemedikleri ama yine de
birbirlerini çok sevdikleri bir hâlini yaşıyorlar. Bu bana çok yorucu geliyor.
Şahsen her daim şeker pembe olmaya ihtiyaç duymam yahut kocaman sürprizlere
olmazsa olmaz demem ama yorulduğum zaman sevdiğim insanda dinlenebilmek
isterim. Benim için yeni bir endişe kaynağı değil, hayattaki endişelerimden
kaçıp saklandığım yer olmasını isterim.

Han’la
Ceylan’da nispeten o tanıdıklık hissi var. Birbirlerinin ince noktalarını
biliyor ve ihtiyaç duyduklarında kendilerini birbirlerine teslim edebiliyorlar.
Ama burada da Han’ın hâlâ terapiye ihtiyaç duyan hâli büyük bir zorluk
yaratıyor. Ceylan devamlı başına bir şey gelir diye korkusuna evinin anahtarını
bulundurduğu Barkın’dan bir okyanus öteye gidince nasıl bir sorun olmuyor onu
anlamasam da neyse ki Han’ın onu durduracağını düşünüyorum. Sonrasında tekrar
terapiye dönmesi iyi olacak. Rüya’ya yaptığı konuşmayı sevdim. “Kafasının kötü
olduğu bir ânında bencilce davranma” riskinden Rüya’yı korumak istediğine dair
yaptığı konuşma. Aslında oradaki “bencilce” nitelemesini çok sevdim, pek çok
örneğini gördüğümüz bu durumu öyle doğru anlatıyor ki… Rüya karakteri dizide
hâlâ bir yere oturamadı ama en azından ceza sahasından çekildi, Safiye ile
Naci’nin arasında bir ima olma durumu da yok olsa iyi olacak çünkü böyle bir
şeyin iması dahi hiç yakışmıyor çiftime.
Safiye
ile Naci’de tam olarak bu “bir olma” durumunu görüyorum ve bu yüzden onları çok
seviyorum. Birbirlerine kızdıklarında bile birbirlerinden gitmiyorlar, ayrıyken
bile birlikte olduklarını hissediyoruz. Bambaşka hayatlar yaşadıkları dönemde
bile aynı hasreti paylaşmışlar. Ve şimdi öyle güzeller ki. ♥
Bunca zaman boyunca hep bi’ kaybetme korkusu çekmişlerdi, birbirlerine kavuşmuş
olduklarına inanamıyor ve rahatlayamıyorlardı. Ama şimdi nihayet kendilerini
serbest bırakabildiler.
Ve işte o tarihi ân... :) ♥
Özellikle
Naci Hocamız maşallah bir rahatladı pir rahatladı. Yukarıya o tarihi ânın
görselini koyacağım, ayol bu adam yaklaşık 40 bölümdür dizide ve ilk kez bu
kadar kocaman gülümsediğini gördük. Gülümsediğinde gözlerinin içinden sevgi,
şefkat ve özlem taşardı. Artık o gözlerin içi çocuk gibi parlayabiliyor, o
kıpır kıpır heyecanı ve kendini âna bırakabilmenin, bir şeylerin tadını özgürce
çıkarabilmenin sevincini görebiliyoruz. Safiye’nin “ne saçma şey” derken ki o “ne” de
kendini bırakıveren kayma ve gevşeme, adeta bir Canım Ailem Feride yahut Kocan Kadar
Konuş Efsun misali sıcacık işveli cilveli tonlama… Ya Rab bu peri bu günleri de
gördü! Ya işte düşüren Allah kaldırmasını da biliyor. Biz bu adamı karanlık
mahzenlerden çıkarıp aldık, şimdi böyle gözlerinin ışığıyla her tarafı
aydınlatabilir hâle geldi. Çok şükür! Çok şükür! Hikmet babamızın ölçüm
testinden de geçen yüzüğümüzle de hiç hasretlik çekmeyelim, tez zamanda alyansı
da yanına ekleyiverelim inşallah. Naci Hocamıza da alyans pek yakışır… :)
Bölümdeki
her bir sahneye ayrı ayrı bayıldım. Safiye ile Naci sahnelerine tekrardan
girmeye kalkarsam beni bu yazıdan çıkaramazsınız o yüzden ötekilere de biraz
bakalım.
Ah can abla-kardeş ♥
Bölümün
başındaki Şennur sahnesini çok sevdim. Yazımızın temasından gidersek eğer “bir
olmak” gerektiğinde hatasını da söyleyebilmek demek ve ayriyeten herkesle de
bir olunmaz! Yan yana yürümek istediğiniz insan bir hata yaptığında
diğerleriyle beraber onu terk etmezsiniz, herkes gidince yanına oturur ve
konuşursunuz. Ona hatasını telafi etme ve durumu düzeltme imkânı tanımaya çalışırsınız.
Öyle “Sen hata yaptın. Böyle benim yanımda duramazsın. Git düzel gel.” denmez
yani. Nasıl düzelteceğini görebilmesi sağlanır, o durumda bile bırakıp gidilmez.
Hani bir illüstrasyon vardır, ben çok severim. Bence bu bir olmak meselesini de
çok iyi anlatıyor. Yaşlı bir çift yağmur altında yan yanalar, ikisinin de
suratı asık belli ki küsler mesafeli oturuyorlar ama adam elindeki şemsiyeyi
kadının üzerine tutuyor. Aralarında mesafe olduğu için kendi ıslanıyor ama yine
de kavgalı olsalar da ona şemsiye tutuyor. O illüstrasyonun bir adım sonrasında
da kadının biraz yaklaşıp mesafeyi kapatarak adamın şemsiyeyi kendi üstüne de
tutabilmesini sağladığını hayal ederim ben hatta. Çok güzel, değil mi?
İşte
“bir olmak” budur ama herkesle de bir olunmaz. Hata yaptığında yanında
olursunuz, insanlığını kaybettiği zaman yanında olunacak birisi kalmamıştır.
Sırf onun istemediği bir şeye destek oluyorsunuz diye sizi boşanmakla tehdit
eden, hem kendi oğluna hem de kapısına gelen zor durumda hassas bir kıza, üstelik bu kız oğlunun sevdiği kız iken, bu
kadar kötü davranan biriyle bir olunmaz. Geçen bölüm sonunda Şennur nasıl bu
duruma müdahale etmez, nasıl sessiz kalır inanamamıştım. Bu bölüm başında vermesi
gereken tepkiyi verdiğini, üstelik Gülben’in de peşinden gittiğini ve ona
yardım ettiğini görünce gerçekten içim rahatladı. Ayriyeten düğündeki Mucize
Doktor Ali hâlleri de ne kadar tatlıydı öyle. ♥
"Peri "minnoş çift" dedi, bize sesleniyor herhalde Naci hemen yerleşelim, aferim heh bak başka yere bakıcaz hevesli demesinler." ♥
Bir
diğer “bir olmak” meselesine gelirsek bakınız Okşan’ı ve patavatsız hâllerini
her ne kadar sevmesem de gerçekten Bayram’la ikisi bir olabilirler. Okşan’ın
dediği gibi her yere pıtı pıtı beraber giden minnoş bir çift olurlar. Okşan her
ne kadar patavatsız ve biraz da görgüsüz olsa da vefa ve sadakat duyguları var
onda, Bayram onu bırakmadıkça o Bayram’ın elini bırakmayacaktır.
Memduh
Bey en başından beri dizideki en asil, en zarif karakterlerden biri. Naci Hocamın
bir nesil üstü gibi geliyor. Okşan nasıl onun yanında ondan bir şeyler kapmaz
aklım almıyor. Bu bölüm Okşan’a bir şey hissettirmeden Bayram’ı üzmemesi için
engellemeye çalışması çok hoştu, önceki bölümlerde Bayram’a Okşan’ı yara bandı
yapmaması adına yaptığı konuşma da.
Yine
konuşmalardan gidersek Han’ın çöplükte Rüya’ya yaptığı konuşma da çok zarif ve tam
da olması gerektiği gibiydi. Dürüstçe “Kötü hissettiğim bir zamana denk
gelirsin ve bencilce davranırım. O zaman ne hissettiğin umurumda olmaz,
bunu yapma kendine.” dedi. Gerçekten de Han o kadar kötü zamanlardan geçiyorken
Rüya’ya karşı hep mesafesini koymayı bildi, ona ümit vermemek için gerçekten
çabaladı. Elbette bu aferinlik bir olay değil, zaten olması gereken ama işte
öyle örnekler görüyoruz ki doğrusunu gördüm mü altını çizesim geliyor. Böyle
açık ama bir o kadar da zarif bir diyalog yazdıkları için senaristlerimize
sevgiler.

Bir
diğer sevdiğim ve bahsetmek istediğim sahne de Esat’ın bölüm sonu Gülben’e
yaptığı konuşma. Düğünde de devamlı Gülben’i kontrol etmesi ve desteğini
hissettirmesi çok güzeldi. Esat gerçekten çok çabalıyor. Ama Gülben ona alan
vermiyor. Belki biraz da burada gerçekten Esat’ın dozu her zaman kendisi doğru
ayarlayamamasının etkisi var. Yaşı daha genç ve nispeten bu durumla daha yeni
tanışmış olduğu için algılayamıyor pek çok şeyi, hızlı sinirleniyor. Ama ben
bölüm sonunda ne olup da Gülben’in eve geldiğini gerçekten öğrenmek istiyorum.
Çünkü dışarıdan bir müdahale gerçekleşmediyse ve sadece ikisi vardıysa evde,
Gülben’in evden çıkıp gitmesi bana affedilmez geliyor. Han’a “N’olur beni geri
gönderme…” diye ağlamasından bahsetmiyorum bile.
Terapi
sahnesindeki “yetişkin olmama, hâlen çocuk gibi davranma ve hissetme”
vurgularını güçlendirmek için böyle bir şey yapıldıysa bilemeyeceğim ama her hâlükârda
ben Esat olsam çok incinmiş ve terk edilmiş hissederdim. Odada kalmak
istemeyebilir, beraber uyumaya hazır hissetmeyebilir, bunlar normal. Altına
kaçırdı diyelim, çok utanacak olsa da Esat neticede bu durumu biliyor. Kendini
kontrol edemeyip ilk ânda konuşamayıp salona ya da bahçeye kaçsa bile kabulüm
ama oradan çıkıp gitmesi Esat’a güvenmediğini göstermez mi? Esat’ın onu
istemediği bir şeye zorlayacağını mı düşünüyor da kaçıyor? Hadi bir kere kötü
oldun eve geldin “Bir daha gönderme” diyecek ne yaşamış olabilirsin böyle bir
adamla? Gülben’in gerçekten terapi sürecine ağırlık vermesi lazım ama bu
süreçte bu şartlarda Esat yanında olamaz. İnsan güvenmediği birinden destek
alamaz.
Ezgi Mola'nın ve şu bakışın güzelliği...
Şimdi
kızıyorsunuz ama yani başka neyle karşılaştırayım Edi ile Büdü ile mi? Elbette Safiye
ve Naci ile karşılaştıracağım. Yakında en benzer bu örneğimiz var. Safiye’nin
de Naci’yi bu kadar yıldır tanıyor ve biliyor olmasına rağmen tensel yakınlığı
minik minik adımlarla alıştıra alıştıra kurması gerekir. O da bugün Naci ile
evlense muhtemelen zorlanacaktı ama ben Safiye’nin asla Naci’nin olduğu bir
yerden kaçacağını düşünmüyorum. Safiye ile belki sabaha kadar salonda
otururlardı sohbet ederlerdi, belki de eğer Safiye yapabilirse yorganın
üzerinde aralarında mesafe bırakarak öylece uyuyabilirlerdi.
Gerçekten
de Gülben’in büyümesi ve kendini toparlaması gerek. Bir şeyleri gerçek manada
aşmadan kocaman şeylere girişip de herkesi, özellikle de Esat’ı perişan etmesi
büyük bencillik. Eğer gelecek bölümde Gülben’in gerçekten haklı olduğunu gösterecek
bir geriye dönüş izlersek ben özür dileyeceğim ama şu durumda onu haklı göremiyorum
ki çok sevdiğim bir karakterdir. Evde bile durmaya dayanamasa dışarı çıkalım
dese Esat onu çıkarırdı ama böyle Esat’ı yarı yolda bırakması, daha birkaç saat
önce verdiği sözü tutamaması çok kırıcı geliyor bana. Beri yandan bizim bu “bir
olma” meselemize de bir hayli uzak.
Kalbim♥
Sizler
bu konuda ne düşünüyorsunuz? Gülben’in neden kaçtığı ve ne olmuş olabileceği
ile ilgili tahminleri alayım. Ayriyeten koca bir yazı boyu konuştuğumuz “bir
olma” meselesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizin aşktan anladığınız şey
nedir?
Epeydir
yorum yazamıyordum. Özellikle şu aralar bir heyecanım var, gecem gündüzüm o
oldu. Ama son zamanların açık ara en iyisi, böylesi şahane bir bölümü de boş
geçmek istemedim. Bunca yoğunluğumun arasında yine bir gece sabaha karşı satırlarımı
size bırakıyorum. Sürç-ü lisan ettiysek affola efendim.
Bana
Twitter ve Instagram hesaplarım ile hem burada hem sosyal medyada yorumlar kısımlarından
ulaşabilirsiniz. Lütfen yazmaktan çekinmeyin. Karşılıklı konuşalım, düşünelim,
sorgulayalım, belki de yer yer çokça sevelim. Bunun haricinde görüş paylaşımlarına
yahut üslubunca yapılan yapıcı eleştirilere de tabii ki her daim okeyim ama sade
kötü enerjisini atma derdinde olanlar bana yazacaklarını günlüklerine
yazabilirlerse ne hoş olur. Manolya Hocamızın deyişiyle, artık yetişkin olmayı ve
bir yetişkin gibi davranmayı öğrenmek gerek. Değil mi ama?.. ^.^
Çokça
sevgiler, bana şans dileyin. ^^
Periniz
*
Üvercinka/Şiir/Cemal Süreya