Dilara’nın durumu da, hisleri de çok karışık. İçinde bulunduğu
durumun öyle çok yüzü var ki, şurada şöyle davranmalıydı, bunu hissetmesi
yanlış, böyle konuşmamalıydı diye artık yargılayamıyorum. Akarsuya düşmüş kuru bir
yaprak gibi sürüklenip duruyor. Adem açısından ise, Güneş mi Dilara mı
denkleminde ne yanı tutsam bilemiyorum. Belki Boranlarla göbek bağı hiç olmayan,
dolayısıyla da Adem’in Boranlarla ilgili attığı adımlar yüzünden ilişkisinin etkilenmeyeceği
bir kadın Adem’e huzur verebilir. Öte yandan ameliyat sırasında kendini görürken,
yanında ona çok aşık bir Dilara vardı. Dili her ne kadar bitti dese de acaba
Dilara’dan hala bir umudu mu var? O kadar kırıldıktan, karşılıklı olarak
defalarca hatalar yapıldıktan sonra bunları onarıp yola devam etmeleri bana çok
zor geliyor. Çünkü düzeltmeye çalıştıkça birbirlerini daha da yordular. Bu denklem
nasıl çözülür hiç kestiremiyorum.
Emir ergenliğe girmek üzere sanırım, çünkü epey atarlı
davranıyor bu sıralar. İşin kötü tarafı, kimse de henüz içinde kopan
fırtınaların boyutunu fark edemedi. Umarım fark etmekte geç kalmazlar. Kardeşini
sağlam kıskanıyor, ki bu tahmin edilmesi zor bir şey değil. Ama mesele sadece
kendisinden sonra gelen bir çocuğu kıskanmak değil. Faruk ve Emir açısından birlikte
paylaşılamamış yıllar, yaşanamamış anılar da söz konusu. Ne kadar çabalasalar
da bazı şeyleri geri getirmek, eksikleri kapatmak kolay değil. Bu nedenle Yaz
ve babası arasındaki gibi bir ilişkiyi babasıyla kuramadığı için de ekstra bir
kıskançlık duyuyor. Bu noktada, kendisini “hayal kırıklığına uğratan”
babasından uzaklaşıp, hep hayallerindeki kahraman olarak kalacak olan annesine
sığınmaya çalışması çok gerçekçi. Yapay ve temelsiz gündemler yerine böyle
sahici kurguları izlemek çok daha zevkli. İki bölümdür Begüm’ü anarak, Emir’in
içinde gitgide büyüyen boşluğa eğilmekten büyük keyif alıyorum. Maalesef ki sevgimizi
ve ilgimizi göstermeleri için kendi yerimize vekil tayin edemiyoruz. Evin çalışanları,
Akif, hatta Süreyya bile, Emir’in babasından beklediği ilgiyi ona sunamaz.

Yok canııım, ne alakası var? Hiç kıskanmadım ki.
Kendisi yerine Özgür’ü yardımcı olarak gönderen Faruk da,
öyle vekaletle işleri halledemeyeceğini anlasa keşke. Gerçi ben Süreyya’nın
Özgür’e bu tavrına hiç anlam veremiyorum. Kızın Faruk konusunda hiçbir
falsosunu görmedik, Faruk’a bir yan bakmışlığı bile yok. Süreyya’nın yaşı
konusunda kurduğu cümle de laf sokmak için değildi bence, düşüncesizce kırılmış
bir pottu. Ama Süreyya o cümleden önce de kıza zaten kafayı takmıştı. Fakat bu
minik kıskançlık hareketleri Süreyya’da sevimli değil, sakil duruyor.
Lafı buraya getirmemek için çok uzattım belki ama bölüm
sonuna elbette ki değinmek zorundayım. Esma, bilinçsiz bir halde Bursa’ya gidip
Adem’in odasında kendi odası gibi uyuduğu zaman, bu davranışına bir mim
koymuştum zaten ve maalesef ki Alzheimer olma ihtimali aklıma gelmişti. Ama
sanki ben söylemesem olmayacakmış gibi bir düşünceyle dillendirmemiştim. Hayatta
her türlü hastalık, fenalık, yaşlılık var elbette. İstanbullu Gelin’i de hayat
kadar doğal, hayat kadar gerçek olduğu için çok sevdim. Ama Esma’nın Alzheimer
olmasını, adım adım kayboluşunu izlemeyi ne kadar kaldırabilirim bilmiyorum. Başka
bir hastalık olsa gene kabullenmesi kolay olurdu belki ama bedenen o kadar
dinç, hala daha hayata dair iştahı bitmemiş bir kadının yavaş yavaş zihninin
flulaşması çok zor bir mahkumiyet. Bu hastalık, sırf duygu sömürüsü olsun diye,
insanları salya sümük ağlatmak için kalitesiz bir şekilde bu işte zaten
kullanılmaz. Aksine en naif, en içe dokunan şekilde yansıtılacağını bildiğim
için korkuyorum. Böylesi çünkü beni çok daha fazla etkileyecek, çok daha
üzecek. Gereksiz yere hastalık çıkardılar diye sitem etmiyorum kesinlikle. Ama
böyle hastalıklı öyküleri izlemeyi kişisel olarak yüreğim kaldırmıyor artık. Bakalım
nereye kadar dayanabileceğim?