Değişim, gelişim dedim ama dizinin en başından beri ikili ilişkinde
neredeyse hiç değişmeyen, kendini asla geliştirmeyen bir Faruk var elimizde. Süreyya
ne zaman çalışmak için bir adım atsa, ne zaman müzikle ilgili bir şeyler yapsa
karşısında Faruk’u ve onun günün koşulları diye başlayan bahanelerini buluyor. Hep
bir itirazla, bir tepkiyle karşılaşıyor. Halbuki müziksiz kalınca, çalışıp bir
şeyler üretmeyince Süreyya’dan, onun ışığından eksiliyor. Faruk da bunu
göreceğine, aksine hep buna yol açan şeyleri yapıyor. Geçen sezondan beri bu
böyle. Sonra da iki güzel sözle, bir tatlı sürprizle, daha çok da Süreyya’nın
aman sorun çıkmasın diye alttan almalarıyla konunun üstü örtülüyor, tabiri caizse
sorun halının altına süpürülüyordu. Ama artık Faruk’un anlayışsızlıklarının onda
açtığı yaralar öyle biraz sarılmakla iyileşemeyecek boyutlarda. Süreyya’nın can
kulağıyla dinlenmeye, takdir görmeye, isteklerinin onaylanmasına ihtiyacı var. Tek
yorulan, tek yıpranan Faruk değil. Her ne kadar maddi zorluklar yaşamak Süreyya
için yeni bir durum değilse de, bu zorlukları koca bir aileyle birlikte
yaşamak, bu sırada bir çocuk büyütmeye çalışmak onun için de yeni bir durum. Kendini
ifade etmesine, duygularını, düşüncelerini dışa vurmasına izin verilmesi lazım.
“Çok yorgunum. Sana ihtiyacım var, sonra konuşalım.” diye geçiştirildikçe,
sustukları içinde daha çok büyüyecek.
Çalışmak, körelmemek konusunda Ülfet’in söylediklerine
sonuna kadar katılıyorum. Gerçi o bu sözleri, biraz da Süreyya’yı huzursuz
etmek için sarf etti ama özünde hepsi çok doğru cümlelerdi. Aslında Süreyya’nın
da zaman zaman içinden geçirdiği, ama yüzleşmeye henüz gücü ve cesareti olmadığı için kendine yalan söylememek adına kaçtığı doğrulardı bunlar. O gün
yaşananların üstüne, Ülfet’in sözleri de eklenince ucundan kıyısından kendini
sorgulamaya da başladı.
Süreyya’nın eve döndükten sonra “Yaptığım sabretmek mi, kendimden vazgeçmek mi? Çizgi nerede? Kendimi nerede
bıraktığımı bilmiyorum.” diye yaptığı değerlendirme hem çok yerinde, hem de
geç kalmış bir iç hesaplaşmaydı. Sabretmek, karşısındakine destek olmak bir
ilişki için gerekli olan şeyler. Hiçbir ilişki daima gül bahçesi olmaz. Olsa
bile, o bahçede bile güllerin dikeni vardır. Süreyya da elinden gelen desteği
veriyor kocasına ve ailesine. Ama sabrederken; müzikten, hayatı onun için
güzelleştirip kolaylaştıran şeylerden uzaklaştıkça aslında kendinden vazgeçiyor.
Kendini besleyemedikçe, bir süre sonra etrafındakilere de, Yaz’a da, Faruk’a
da, Emir’e de yetemez olacak.
Süreyya’nın kendini değersiz, yetersiz hissettiği bir anda,
yaptıkları takdir edileceğine suçlanırken, gözyaşı hep düşmeye hazır halde göz
pınarında beklerken Osman’ın varlığı, verdiği destek ve alıp geliverdiği iki
basit balon Süreyya kadar bana da iyi geldi. Dostluk açısından her eve bir
Osman lazım. Ama Dilara’ya Osman lazım mı, ondan emin değilim. Geçen sezon
birbirleriyle doğru dürüst bir iletişim bile kurmamış iki insanın bir zorunlulukla
aynı eve girmiş olması zaten zorlama bir durum. Üstüne de Dilara’nın hamile ve
yaralı hali, Osman’ın sağduyulu tavrı derken aralarında aşka dair bir şeylerin
doğmasından ölesiye korkuyorum. Çünkü her şeyden önce birbirine uyan bir ikili değiller. Ne fiziksel, ne de kişilik açısından bir uyumları var. Ayrıca Osman’ın
her sezon bir yengesinden hoşlanan bir adama çevrilmesine de gerek yok. Osman
Dilara’ya sağlam bir dost, dertlerini dinleyecek bir ev arkadaşı ve çocuğuna da
iyi bir amca olur. Aynı eve girdiler diye, ikisinin de aşktan dili yandı diye birbirlerinde huzuru bulup sevgili olma zorunlulukları yok. Bu klişe de zaten bu hikayeye yakışmaz. Neden aralarında
cinsiyetsiz bir dostluk ilişkisi olmasın? Dilara çocuğunu doğurmaya kararlıysa,
neden kendi kendine yetebilen, bekar bir anne olamasın?
Yazı devam ediyor.