Önce o eli bir indir Faruk efendi!
Değişim, gelişim dedim ama dizinin en başından beri ikili ilişkinde neredeyse hiç değişmeyen, kendini asla geliştirmeyen bir Faruk var elimizde. Süreyya ne zaman çalışmak için bir adım atsa, ne zaman müzikle ilgili bir şeyler yapsa karşısında Faruk’u ve onun günün koşulları diye başlayan bahanelerini buluyor. Hep bir itirazla, bir tepkiyle karşılaşıyor. Halbuki müziksiz kalınca, çalışıp bir şeyler üretmeyince Süreyya’dan, onun ışığından eksiliyor. Faruk da bunu göreceğine, aksine hep buna yol açan şeyleri yapıyor. Geçen sezondan beri bu böyle. Sonra da iki güzel sözle, bir tatlı sürprizle, daha çok da Süreyya’nın aman sorun çıkmasın diye alttan almalarıyla konunun üstü örtülüyor, tabiri caizse sorun halının altına süpürülüyordu. Ama artık Faruk’un anlayışsızlıklarının onda açtığı yaralar öyle biraz sarılmakla iyileşemeyecek boyutlarda. Süreyya’nın can kulağıyla dinlenmeye, takdir görmeye, isteklerinin onaylanmasına ihtiyacı var. Tek yorulan, tek yıpranan Faruk değil. Her ne kadar maddi zorluklar yaşamak Süreyya için yeni bir durum değilse de, bu zorlukları koca bir aileyle birlikte yaşamak, bu sırada bir çocuk büyütmeye çalışmak onun için de yeni bir durum. Kendini ifade etmesine, duygularını, düşüncelerini dışa vurmasına izin verilmesi lazım. “Çok yorgunum. Sana ihtiyacım var, sonra konuşalım.” diye geçiştirildikçe, sustukları içinde daha çok büyüyecek.

Çalışmak, körelmemek konusunda Ülfet’in söylediklerine sonuna kadar katılıyorum. Gerçi o bu sözleri, biraz da Süreyya’yı huzursuz etmek için sarf etti ama özünde hepsi çok doğru cümlelerdi. Aslında Süreyya’nın da zaman zaman içinden geçirdiği, ama yüzleşmeye henüz gücü ve cesareti olmadığı için kendine yalan söylememek adına kaçtığı doğrulardı bunlar. O gün yaşananların üstüne, Ülfet’in sözleri de eklenince ucundan kıyısından kendini sorgulamaya da başladı.

Süreyya’nın eve döndükten sonra “Yaptığım sabretmek mi, kendimden vazgeçmek mi? Çizgi nerede? Kendimi nerede bıraktığımı bilmiyorum.” diye yaptığı değerlendirme hem çok yerinde, hem de geç kalmış bir iç hesaplaşmaydı. Sabretmek, karşısındakine destek olmak bir ilişki için gerekli olan şeyler. Hiçbir ilişki daima gül bahçesi olmaz. Olsa bile, o bahçede bile güllerin dikeni vardır. Süreyya da elinden gelen desteği veriyor kocasına ve ailesine. Ama sabrederken; müzikten, hayatı onun için güzelleştirip kolaylaştıran şeylerden uzaklaştıkça aslında kendinden vazgeçiyor. Kendini besleyemedikçe, bir süre sonra etrafındakilere de, Yaz’a da, Faruk’a da, Emir’e de yetemez olacak.

Süreyya’nın kendini değersiz, yetersiz hissettiği bir anda, yaptıkları takdir edileceğine suçlanırken, gözyaşı hep düşmeye hazır halde göz pınarında beklerken Osman’ın varlığı, verdiği destek ve alıp geliverdiği iki basit balon Süreyya kadar bana da iyi geldi. Dostluk açısından her eve bir Osman lazım. Ama Dilara’ya Osman lazım mı, ondan emin değilim. Geçen sezon birbirleriyle doğru dürüst bir iletişim bile kurmamış iki insanın bir zorunlulukla aynı eve girmiş olması zaten zorlama bir durum. Üstüne de Dilara’nın hamile ve yaralı hali, Osman’ın sağduyulu tavrı derken aralarında aşka dair bir şeylerin doğmasından ölesiye korkuyorum. Çünkü her şeyden önce birbirine uyan bir ikili değiller. Ne fiziksel, ne de kişilik açısından bir uyumları var. Ayrıca Osman’ın her sezon bir yengesinden hoşlanan bir adama çevrilmesine de gerek yok. Osman Dilara’ya sağlam bir dost, dertlerini dinleyecek bir ev arkadaşı ve çocuğuna da iyi bir amca olur. Aynı eve girdiler diye, ikisinin de aşktan dili yandı diye birbirlerinde huzuru bulup sevgili olma zorunlulukları yok. Bu klişe de zaten bu hikayeye yakışmaz. Neden aralarında cinsiyetsiz bir dostluk ilişkisi olmasın? Dilara çocuğunu doğurmaya kararlıysa, neden kendi kendine yetebilen, bekar bir anne olamasın?

Yazı devam ediyor.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER