Oldukça durağan, bitmek bilmeyen bir 24 saatin içinde
debelendiğimiz, Bursa-İstanbul arasında savrulup durduğumuz bir bölüm izledik Cuma
akşamı. 56.bölüme karşı; altmış sene sonra doğup büyüdüğü şehirden ayrılarak
İstanbul’a taşınmak zorunda kalan Esma gibi hissediyorum kendimi, epey
yabancıladım. Etrafımdaki her şey değişmiş, insanlar yabancılaşmış, alıştığım
düzen yitip gitmiş… Oysa ki ben “Boranların”, 50 küsur hafta boyunca inişli
çıkışlı hayatlarına tanık olduğum tüm o insanların yeni koşullara nasıl ayak
uyduracaklarını merak ediyordum. Olası Adem-Güneş, Dilara-Osman çiftlerinin
gidişatını yahut Güneş’in Paris müzikhollerindeki vukuatlarını değil. Güneş’in
altının dolu bir karakter olması güzel. Ama daha sezonun üçüncü bölümünde,
diğerlerinin nereye savrulacağını kestiremezken, Güneş beni niye ilgilendirsin
ki?
Geçen sezon finalinde o koca konaktan çıkılmış olması başlı
başına büyük bir değişimdi. Çünkü Boran ailesinin çoluk çocuk, tüm sevinç ve
hüzünleriyle birlikte içinde yaşadığı o konak, dizinin başrol oyuncularından
biriydi. Boranlara gücünü veren o şehri ve konağı fondan aldığımızda, başka bir
fonda Boranların nasıl bir düzen kurup nasıl ayağı kalkacaklarını merak ederek
sezonu sonlandırmıştım. Şimdi onlar yepyeni bir fondalar. İçinde yaşadıkları ev de işyerleri de değişti. Ama tek değişiklik bu
değil. Üstüne tüm sırları ve 40
yıllık kiniyle Ülfet Hala geldi. Buraya kadar, benim kabullenebileceğim değişim
sınırındalar. Ancak değişiklikler bununla kalmadı, devamı geldi. Ülfet Hala, sığamadığı
deliğe, kuyruğuna kabak bağlayıp girmeye çalışan fare misali peşinden La
Costume ve geçmişi sırlı, çatlak Güneş’i de soktu hayatımıza. Yetmedi, Adem’le
bağı eskilere dayandırılarak, aslında geçen sezon boyunca izlediğimiz “Adem ve
gelişimi” hikayesinin altına dinamitler döşendi. Bu bölümün sonunda patlatılan
bomba doğruysa, ikinci sezonun altına bir dinamit daha yazmanızı rica edeceğim.
20 sene sonraki Yaz ve onun resmettiği, bize son derece yabancı olan “nefretlik
anne Süreyya” öyküsüne hiç değinmek bile istemiyorum.
İşte geçen sezondan bu kadar çok farklı şeyi, peş peşe
üç bölümde, yoğun bir şekilde izleyince ben de yerimi yurdumu garipsedim. Değişimin
hikayelere dinamizm kattığını biliyorum ama sanırım ben bu öyküye yakışanın
değişim değil gelişim olduğuna inanıyorum. Mesela geçen sezon Esma Hanım çok
değişti diyoruz ama aslında değişmedi, kendini geliştirdi. Önyargılarından mümkün
olduğunca kurtuldu, sivri uçlarını törpüledi. Adem ezberlerini bozmak konusunda
çaba sarf etti. Süreyya anne oldu, İpek ailesine daha çok sahip çıkmaya
başladı. Osman sığınağından çıkıp kendine bir yön çizdi. Murat bile yetişkin olmaya
karar verip sorumluluklarını üstlenerek karısıyla yurtdışında bir hayat kurdu. Yani
hepsi yaşananlardan kendilerine dersler çıkarıp, hatalara, kavgalara yol açan
yanlarını yumuşatarak bir şekilde güncellendiler.
İstanbullu Gelin’i farklı kılan, hikayesinin tökezlemeden
ilerlemesini sağlayan da buydu bence. Hayatın doğallığı içinde, kaç yaşında
olursa olsun büyüyüp gelişen karakterleri ilgiyle, merakla izledik,
gelişimlerini de kabul ettik. Ama ben şimdi bu damdan düşer gibi hayatımıza giriveren
bunca değişikliği kabullenemiyorum. Belli bir yerden sonrası istiap haddimi
aştı. Zaten mekansal olarak yeni bir ortama girmişken, diğer
koşullardaki değişiklikler de pat diye değil zamanla, sindire sindire
verilseydi kabullenmem daha kolay olurdu.
Yazı devam ediyor.