Esma ve Ülfet’in soğuk savaşı devam ediyor gibi görünse de
aslında ikisi de içten içe kaynıyor, soğuk savaşın sıcak savaşa dönmesi
yakındır. Şimdilik ufak tefek sürtüşmeler, alttan alta laf sokmalarla ilerliyor
durum. Mesela bölümün başındaki karşılaşmalarında iki arada bir derede
birbirlerini iğnelemekten geri durmadılar. Fakat bence o konuşmada, “anne”
olmuş Esma’nın Ülfet’in çocuksuzluğunu yüzüne vurması, buna karşılık “kariyer
sahibi” Ülfet’in de ev hanımlığını küçümser cümleleri hoş durmadı. Birbirlerine
laf sokmak için fırsat kolladıklarının farkındayım ama bunu bu cümlelerle
yapmamalarını tercih ederdim. Kadın gücünü, kadın hikayesini önemseyen bir
ekipten bu cümlelerin çıkmış olması hoşuma gitmedi. Bula bula bunu mu buldun
diyebilirsiniz ama küçük bir sinek olarak midemi bulandırdığı için belirtmeden
geçemedim.
İkisi arasındaki bu çekişmenin yegâne nedeni Garip olamaz
değil mi? Bu hem, 40 yıl sürecek bir kinin nedeni olarak çok hafif kalır hem de
ilk akla gelen olduğu için çok klişe durur. Üsteli Ülfet’in hislerine aşk değil
takıntı ve hırs deriz bu durumda. O yüzden o cephede daha derin bir şeyler
arıyorum, Esma’nın da Ülfet’in de karakter olarak ağırlıklarına yakışacak bir
şeyler. Aklıma da gelen bir şey yok aslında ama izleyince “Vay be, işte bu.
İşte burada ikisi de haklı.” demek istiyorum.
Arabadan arabaya, moda konusunda laf atan Güneş,
hedeflendiği gibi çılgın, çatlak ve patavatsız değil aksine itici duruyor. Ki
Nihal Yalçın’ı da çok severim. Adem ve Güneş’in ilk karşılaşması da olaylı
oldu. Aslında bakınca Fırat Tanış ve Nihal Yalçın’ın enerjileri oldukça denk,
birbirlerine yakıştıklarını düşünüyorum. Ama Adem ve Güneş olarak bu dizide bir
aşk hikayesi içinde izlemek istemem. Gerçi şu anda hikayenin her yere gidesi
var, belki benimki sadece bir önyargı ama mesela onları çift olarak değil de, Dilara’nın ve çocuğunun peşinden koşan Adem'i dinleyen,
dertlerine ortak olan belki platonik olarak aşık ama bunu asla belli etmeyen
bir Güneş izlemeyi tercih ederim.
Maalesef ki böyle şeyleri daha çook yaşayacaksın Dilara.
Geçen hafta, Dilara’nın hamile olmamasını tercih edeceğimi
de söylemiştim ama diziler hep benim tercihlerim üzerinden ilerlemiyor elbette.
Kulağa çok acımasızca gelebilir fakat o
bebeğin doğmasını hiç istemiyorum. “Babası Adem diye, Dilara neden kendi
çocuğundan vazgeçsin ki?” denebilir ama o bebek eğer doğarsa Dilara’yı Adem’e
kopmaz bir bağla bağlayacak. Ve bu bağ Dilara için de bebek için de çok zararlı
olacak. Garip, Ülfet’in ofisinde (Sahi Garip niye gitti oraya?) “Dünü taşıyan kendinden çalmış oluyor.” dedi,
haklıydı. Adem dünü taşıyarak, bu yükten hiç yorulmayarak kendi geleceğini de
kararttı bir nevi. Biraz sert bir bedel olsa da, tercihlerinin neticesi olarak
da baba olma şansını kaybetmesi gerektiğine inanıyorum.
Geçen sezon Adem’i sever, yaralarını anlar ve kimi yerde ona
hak bile verirdim ama annesinin ölümü üzerine girdiği yol, onu ileriye taşıyan
terapi seanslarından vazgeçerek tedavisini yarıda bırakması üzerine benim ona
sunacağım bir hoşgörü veya gösterebileceğim bir anlayış, onunla yapabileceğim
bir empati de kalmadı artık. Pişman olan, değişmek isteyen, çaba sarf eden
insanlara ikinci bir şansın verilmesi gerektiğine inanıyorum. O şansı da Adem’e,
tedavi olmak için çaba harcarken vermiştim kendi adıma. Ama değerlendiremedi. Hayat
Adem’e adil davranmadı, evet. Ona ümitsizlik, kötülük öğretildi, hamuruna
intikam ve hırs katıldı. Bunlar yaptıklarının bahaneleri değil, bunlar geçen
sezondaki tavırlarının gerekçeleri. Bunları düzeltmek için de tedavi görüyordu
ama neticede o yoldan vazgeçti, şansını düzgün kullanamadı. O nedenle ben de bu
eski gerekçeleri düşünerek Adem’i anlamaya çalışmaktan, onun yaptıklarına kızamamaktan
vazgeçiyorum. Çünkü bu saatten sonra bunlar gerekçe gibi değil, mağdur
edebiyatı gibi gelmeye başladı kulağıma.
Sezon finalinde İdil Hanım ona, “Sizin hikayenizde kazanmak için önce kaybetmeniz gerekiyor. Çünkü siz
her seferinde kaybederek hayata karşı haklılığınızı ispat etmeye
çalışıyorsunuz. Hayat beni sevmedi diyorsunuz. Oysa haklı olmak yerine mutlu
olmayı seçebilirsiniz.” demişti. Hayat Adem’e ikinci bir şans verecek kadar
sevdi halbuki. Geç sevdi belki ama sevdi. Geç olması hiç olmamasından iyidir
neticede. Fakat Adem bu şansını kullanamadı yahut kullanmak istemedi. Mutlu
olmayı seçmek yerine içindeki kin ve hırs ateşini körüklemeyi seçti.
“Kötülükleri ben yapmıyorum, hayat bana yaptırıyor, çünkü yönümü böyle çizdi.”
deme, hayatının iplerini eline almayıp yaptıklarının kabahatini kaderin sırtına
yükleme kolaycılığına kaçtı. Halbuki bu konuda hayatı da, kaderini de
suçlayamaz artık. Değiştirme imkanı varken, o koca konakta tek başına yemek yemeyi
artık kendi tercih etti, geçmiş olsun.
Süreyya’nın kucağında minnoş minnoş dolaşan Yaz’ı gördükten
sonra o annesinden nefret eden büyük Yaz’ı her izleyişimde içimin buz gibi
olduğunu, onu hiç sevemediğimi bir kez daha belirtmeden bu yazıya son vermek
istemiyorum. Neden diye düşünmekten, kendimi sonraki olaylara veremiyorum
inanın. Sonumuz hayrolsun, ne diyeyim.