“Burası
İstanbul. Omzunu iki kıtaya yaslamış, ne
oralı, ne buralı. Ne şehir, ne ülke. Ne umut, ne çare. Beş duyuyla anlaşılmaz,
altıncı his burada çalışmaz.Gerdanından öpesin gelir, meydanından kaçasın. Bir
akşamüstü vapurunda biner aşık olursun; bir sabah otobüsünde böceğe dönüşürsün.
Burası İstanbul, herkes kaderiyle yarışır. Yalnız kalabalıklar, kalabalık
yalnızlıklara karışır. Gelene hoş geldin, gidene eyvallah demez. Kederleri
genize, kenefleri denize akar. Her gün binlerce ev soyulur, arabalar çalınır,
dalgalar, dümenler, dolandırıcılar… 7/24 bir saklambaç halidir. Önün, arkan,
sağın, solun, çok fena ebeler ve de
sobeler seni, beklemediğin bir günde, bir gecede mutlu bir anda… İstanbul
çalar, İstanbul’a güvenip önünde ayakkabı bile bağlanmaz. Bedeninden ruhunu
çalar, ruhun duymaz…”
Az önce okuduğunuz cümleler, Ulan İstanbul’un 1.bölümü, ilk sahnesinde, Uğur Polat’ın canlandırdığı Kandemir
karakterinin, İstanbul tasviriydi. İşte, Çukur’un tanıtımları ilk çıktığında, “İstanbul çukurdur.” cümlesini
ilk duyduğumda, zihnimde bu cümleler sıralandı. İstanbul; yaşaması zor, terk
etmesi zor, nereye gidersek gidelim, aklımızın onda olduğu, özlediğimiz, bazen
iyi ki dediğimiz, bazen keşke, kaçıp kurtulmak istediğimiz tuhaf bir şehir. Belki
de o yüzden çukur tanımı ona bu kadar çok yakışıyor. Evet, İstanbul, gerçekten bir çukur ve o çukurun içinde, türlü türlü
şeyler her gün bizleri bekliyor.
Aras Bulut İynemli sever bir şahsiyet olduğumdan,
kadrosunda da, yine sevdiğim birçok oyuncu olduğundan, dizinin izleyicisi
olacağım baştan beri belliydi. Gökhan Horzum’un
birçok işini izledim ama; en son romantik komedi olan Acil Aşk
Aranıyor ‘la –izlemesi çok keyifli bir işti- kaldı aklımda. Şimdi Çukur,
dram olunca, şu noktada kalemine bir miktar yabancıyım. Ama, ilk bölümü keyifle
izledim ve ekip olarak, kurdukları dünyayı sevdim. Zaten, Çukur gibi, kendine
has tarzı olan işlerin yeri bende her zaman ayrıdır. Çünkü, anlatılacak bir
hikayeleri olduğunu hissederim.
Bölüm detaylarından bahsedeceğim ama; öncesinde;
Dilan Çiçek Deniz’le ilgili birkaç kelâm etmek istiyorum. Az önce de söylediğim
gibi; Aras Bulut’u aşırı başarılı bulan, ne oynarsa yakıştıran, nerede oynarsa
heyecanla izleyen, bu zamana kadar da, her projesini izlemiş bir insanım. Ve İçerde Mert Karadağ/Umut Yılmaz performansıyla
da; oyunculuğun zirvesine ulaştığını düşünenlerdenim. Çünkü Mert gibi bir
karakterin, duygu değişimlerini, hissettiklerini, iyiliğini, kötülüğünü, her
şeyiyle izleyiciye hissettirmek, yüksek sahnelerin altından kalkmak ve onu
arızalı taraflarıyla birlikte sevdirmek zordu, Aras onu başardı benim gözümde. Elbette,
ister istemez yeni projesinde kimle partner olacak, nasıl bir oyuncuyla
çalışacak diye aşırı merak ediyordum. Ve Dilan Çiçek Deniz’le partner olduğunu
duyduğumda, okuduklarımın aksine ben üzülmedim, sevindim. Kısa bir müddet, Bodrum Masalı izleyicisi olmuştum ve
Dilan Çiçek’in oyunculuğuyla ilgili herhangi bir önyargım kalmamıştı. Tabii ki,
Aras çok daha tecrübeli bir oyuncu ama; ilk bölümde Sena’yı gayet doğal,
abartmadan ve onun enerjisini bize hissettirerek oynadı diye düşünüyorum. Ben,
kendi adıma ekran başından gayet memnun kalktım ve aklımdaki “Acaba Sena’nın
hikayesine inanabilecek miyim?” adlı soru işaretlerim de kaybolup gitti.

Her şey yakışıyor yahu. :)
Sena ve Yamaç’ın ilk karşılaşmalarını ve çift olarak
enerjilerini sevdim. Ama her şey o kadar çabuk gelişti ki… Sizler ilk görüşte
aşka inanır mısınız bilmem ama; benim inanmadığım bir mevzu bu. İzlerken ikna
olmakta aşırı güçlük çektiğim ve adapte olmakta da, zorlandığım bir olay. Bir
de Sena’nın ilk anda adını bile söylemek istemediğini, Yamaç’a güvenmediğini dile
getirdiğini göz önünde bulundurursak; Yamaç’la nasıl evlendi diye elbette
sorgularım. Yamaç gibi çapkın bir adamın da, nasıl bu kadar çabuk evliliğe
karar verdiğini düşününce, yine sorgularım. İsterdim ki; Yamaç ve Sena birlikte
daha çok vakit geçirsin. En azından aradan birkaç ay geçsin ki, ben onların
birbirine olan sevgisinden emin olayım. Emin olayım ki; bundan sonra
izleyeceğim her Yamaç-Sena sahnesi anlam kazansın.