Muhteşem Yüzyıl Kösem’de yavaş yavaş 4. Murad döneminin
sonuna geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama Dönemi’ndeki Yükseliş
Dönemi’ni yaşatan tek padişah olan 4. Murad’a veda etmemize bir hafta kala,
kendisinin bu şekilde anılmasına sebep olan zaferlerinden en büyüğünü, yani Bağdat
Zaferi’ni ve peşi sıra gelen Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın imzalanmasını da
izledik nihayet.
2 saat 7 dakikalık uzun süresine rağmen başlamasıyla
bitmesi bir olmuş gibi keyifle izlediğimiz bölüm açıkçası bana yetmedi bile
diyebilirim. Tek sebebi gayet akıcı ve dolu dolu bir bölüm olması değildi ama. Zaman
zaman bazı kısımlarında, özellikle sefer öncesinde geçen sahnelerinde, 1. sezonun
belli başlı bölümlerinde de hissettiğim o hızlandırılmışlık duygusunu hissettim
çünkü. Sanki yine iki bölüme yayılabilecek konular tek bölümde toparlanmış
gibiydi.
Tarihte ana-oğul hükümdarlar arasında yaşanmış olan iktidar
mücadelelerinin başka bir örneğinin anlatılmasıyla başladı bölüm. Birkaç hafta
önce Bizans İmparatorluğu’ndan İmparatoriçe Irini ve oğlu VI. Konstantin’in, Kösem
Sultan ve 4. Murad’ın kavgasıyla birebir benzerlik taşıyan hikayelerini
dinlemiştik. Bu defaki örnek bir Doğu İmparatorluğu’ndan, Abbasiler’den geldi.
Tam da üzerine sefere gidilmekte olan Bağdat’a vaktiyle hükmeden Abbasi
Halifesi Mehdi, eşi Hayzuran Sultan ve oğulları Musa’dan.
Hikaye diğer ikisiyle aynı. Yine eşinin zamansız ölümüyle
birlikte iktidar savaşında söz sahibi konumuna gelen hırslı bir kadın hükümdar,
yine çocuk yaşta tahta çıkarılan bir imparator ve onun çocukluğunda devleti yöneten
anne, yine yetişkin olunca idareyi eline almak isteyen oğul ve saltanatı
kaybetmek istemeyen anne arasındaki kanlı taht mücadelesi ve yine ölen çocuk
ile hayatta kalan anne… Biraz daha araştırılsa bunlara benzer daha nice
hikayeler çıkacaktır. Ne de olsa tarih tekerrürden ibaret.
Hem İmparatoriçe Irini’nin hem de Hayzuran Sultan’ın
hikayeleri aslında bir proje olarak Muhteşem Yüzyıl’ın diğer Türk dizilerine
kıyasla uluslararası arenada neden en fazla ülkeye ulaşabilen ve aynı şekilde sevilerek
takip edilen bir yapım olduğunun da göstergeleri aslında. Anlatılan hikayeler ve
karakterler Türk tarihinden bir imparatorluğun hikayeleri, evet ama tarih
boyunca imparatorluklar her nerede kurulmuşlarsa, taht ve iktidar kavgaları da
orada olmuş. Birbirine benzer sürüsüne bereket olay yaşanmış.
Bu nedenle Muhteşem Yüzyıl’ın hikayeleri Osmanlı
İmparatorluğu fonunda geçiyor olsa bile aslında hepsi evrensel ve her kültüre
rahatlıkla hitap edebilecek, tek bir milletin tarihine indirgenemeyecek
hikayeler. Bütün bu evrensel hikayeler bunca gösterişli bir prodüksiyonla da paketlenip
sunulunca yapımın uluslararası başarısına cidden şaşırmamak gerek.
Hikayeye geri dönecek olursak, güzel bir gönderme
yapılmıştı. Sezonun zirve noktası olarak gördüğüm, 4. Murad’ın kendisini ormanlara
vurup ortadan kaybolduğu 47. bölümün o meşhur ilk yarım saatlik kısmında, izleyen
herkesin yorumuna göre değişebilecek sembolik
bir anlatım vardı hatırlayacağınız üzere. Hatta bir sahnede elinde asa gibi tuttuğu bastonuyla dolaşan Murad’ın o halini Hz. Musa’ya bile benzetebileceğimizi
yazmıştım. Yusuf Paşa’nın hikayesini dinleyen Murad tam da aynısını yaptı bu
hafta. Şayet kendisi Musa’ysa Firavun’unun da validesi Kösem Sultan olduğunu
söyledi. Ama kendi sonunun, Hayzuran Sultan’ın oğlu Musa gibi olmayacağına söz
vererek.
Bundan sonra ise bölüm hızlı bir şekilde Bağdat’ın önünde
yapılan meydan savaşına bağlandı. Açıkçası ben savaşın bölümün biraz daha
ilerleyen dakikalarında yaşanacağını, savaş başlayana kadar yapılan hazırlıkları
ve ön hikayeleri daha ayrıntılı bir şekilde izleyeceğimizi düşünmüştüm.
Özellikle savaş sırasında anlatılmadan geçilmesi eksiklik yaratacak olan Genç
Osman’ın hikayesini.
Genç Osman denince akıllara hemen, Yeniçeriler tarafından
katledilen Osmanlı padişahı Sultan II. Osman geliyor ama Bağdat Seferi’ndeki
kahramanlığı destanlara, türkülere konu olan genç asker Osman da var. Karakteri ekranda ilk gördüğüm an hikayesinin biraz daha detaylı anlatılacağını sandım ama
daha çok araya çeşni niyetine katılmış bir tat olarak yer aldı bölümde Genç
Osman.
Savaşta asker olarak orduya yazılmasını sağlayan, henüz terlememiş
bıyıklarına tarak saplaması ya da savaş sonunda Bağdat Kalesi’ne Türk bayrağını
çekmesi gibi efsaneleri göremedik maalesef. Savaşta kopan kellesini eline
alıp savaşmaya devam ettiği şeklindeki abartılı hikayelere gerek yoktu tabii ki ama biraz daha ağırlıklı bir şekilde işlenebilirmiş karakter.
Aynı şekilde geçtiğimiz bölümde 4. Murad’a destek vermek
için gelen Babür İmparatoru Şah Cihan ve askerlerini de göremedik bu hafta.
Halbuki onları da hem savaş öncesinde hem de savaş sırasında cenk meydanında,
destek verdikleri savaşta Osmanlı askerleriyle birlikte savaşırken görebilsek
daha iyi olurmuş. Hatta ilk dizide adı defalarca geçtikten sonra en sonunda
suretini de görebildiğimiz Şah Tahmasb gibi, Şah Safi’yi de sefer öncesinde
görsek, olaya bir de Acemler’in tarafından bakabilsek hepten güzel olurmuş.