Muhteşem Yüzyıl Kösem: Gözyaşı Sarayı...
Üstüste epey karanlık ve ciddi bölümler izlettikten sonra çoğunlukla gönül ilişkilerini merkezine alan daha “light” bir bölümle ekranlardaydı bu hafta Muhteşem Yüzyıl Kösem. Normalden 15-20 dakika daha kısa süren, senaryosunda yer yer tıpkı geçen sezonun sonlarında gördüğümüz hızlandırmaya benzer bir çabuk çabukluk hissi veren bölüm, ekibin biraz soluklanmak istemesinden kaynaklı olsa gerek son birkaç haftadır izlediklerimize göre zayıf bir bölümdü.
 
Bölümün dikkat çeken bir özelliği bazı kısımlarında hem hikaye hem de anlatım dili olarak abartılı ve hatta B sınıfı filmler dediğimiz filmlerin yapısına benzer bir baştan savmalığa yaklaşır gibi olmasıydı. İki-üç yerde hikayeyi ilerletmesi gereken detayları barındıran sahnelerin gerçekten özenilerek çekilmelerinden daha çok, “göstermiş olalım da nasıl olursa olsun, biz kestirmeden yolumuza bakalım” der gibi bir hissiyat barındırdıkları izlenimi aldım. Her hafta en azından 2 saat 15 dakikalık bölümlerle çıkagelen yapımda bu hafta neden böyle bir kısaltma ve hızlandırma yoluna gidilmiş, bu nedenle pek anlamadım.
 
Bölümdeki detaylara geçmeden önce genel anlamda beni rahatsız eden bir konuyla başlamak istiyorum. Aslına bakarsanız bölümün özellikle ilk yarısında sürekli tekrarlanan bir durum olduğu için yazıyı başlatmak için pek yanlış bir nokta da sayılmaz. Son birkaç haftadır dizide ilk dizinin müziklerinin oldukça fazla kullanılmasına şahit oluyoruz. Deyim yerindeyse Kösem’in müziklerinden daha çok Aşk-ı Derûn’un müzikleri bölümleri domine etmeye başladı. Benim açımdan çok sevimli bir durum olmasa da yaratıcı gereklilikler bunu öngörüyorsa iyi güzel. Ancak bu müzikler, yeni müziklerle birlikte sahnelerde fazla kalabalık yaratacak şekilde kullanılmaya başladılar.
 
Sahne başına kullanılan farklı beste sayısı neredeyse üçe dörde çıktı. Sanki elde bestelenmiş ne kadar müzik varsa bir bölüm içinde hepsini sonuna kadar kullanıp bitirme telaşesine düşülmüş gibi bir durum oluştu. Ekranda izlediğimiz sahnelerde oyuncuların performansları ve replikleriyle tam bir duygu durum içine girecek oluyoruz ki o sırada sahneye eşlik etmekte olan beste bir anda kesilerek çok daha başka tonlardan bir beste girip o duyguyu bir anda altüst ediyor. İnsan bu bestelerin hissetmemizi istediği duyguların hangisini hissedeceğini şaşırıyor, çok zıt kutuplar arasında savrulup kalıyor.
 
Örneğin buna en güzel örnek bu bölümde Silahtar ve Gevherhan Sultan’ın Mermer Köşk’ün bahçesinde görüştükleri ilk sahnede yaşandı. Silahtar gayet kırılgan, naif tonlardan konuşurken (ve fonda buna mükemmelen eşlik eden bir Kösem bestesi usul usul çalarken) Atike Sultan’la evlendirileceğini söylediği anda ilk diziden şehzadelerin ölüm sahnelerinde duymaya alıştığımız bestenin en can yakan, en canhıraş keman melodisi çığlık atmaya başladı. Tam sahnenin naifliğine uygun bir ruh haline girmişken, bir anda trajedilerin en büyüğüne savruluverdik. Bu kadar keskin ve ön hazırlıksız bir duygu geçişinin yarattığı etki şahsen beni sudan çıkmış balığa döndürmek oldu, sahneden koptum gittim.
 
Bölümün en başında Gülbahar Sultan’ın sözde ölümü üzerine Şehzade Bayezid ve Kösem Sultan’ın konuştukları sahne ona keza. İkili sessiz sedasız ortadaki durumu konuşurlarken Kösem’in tek bir repliğiyle aynı acı keman melodisi, bestenin ilk kısmı sahnede o ana kadar hiç kullanılmamışken yine bir anda en tepe noktasından ağlamaya başlayarak şahsımı irkiltti, yine sahnede hiç sebep yokken en sakin duygudan en yakıcı duyguya anlamsız şekilde savrulup gittim.
 
Gülbahar Sultan’ın zindanlarda elindeki zehir şişesiyle oturduğu sahne de ona keza. Bir dakika önce ortada bir entrika, bir çapanoğlu olduğunu muştulaya, adı üstünde Sarayda Entrika bestesi çalarken, kendisinin zehiri içmesiyle birlikte Kösem için bestelenen en naif aşk bestelerinden biri çalmaya başladı. Besbelli işte, kadın ölmeyecek, bir numaralar çeviriyorlar diye mi kuşkulanayım yoksa ölüm anında neden aşk bestesi çalıyor şimdi diye hayretlere mi gark olayım bilemedim.
 
Bir de bu eski dizinin besteleri sanki Kösem’deki sahnelerin uzunluklarına çok uydurulamıyormuş gibi bir durum da var. Besteler kullanılıyor ama sahne uzadıkça (ya da kısa oldukça) sahneye uyacak şekilde sağlarından sollarından kulak tırmalayacak şekilde eğilip bükülüyorlar. Halbuki çoğu zaman bestelenen muazzam parçaların sahnelerde ustalıklı kullanımı sayesinde şahlanan bu seride sahnelerin uzunluğu ne kadarsa bestelerin de kalıp gibi bu sahnelerin uzunluğuna uygun şekilde kullanılmasına alışığız. O yüzden sanki müzikler sahnelere aslında uymuyormuş da zorla uydurulmaya çalışılıyormuş hissiyatı biraz kötü ve zorlama bir tat bırakıyor damakta.
 
Anlayacağınız Kösem 2. sezonunda zaman zaman yönetmen Çağatay Tosun’un bu seride alışık olmadığımız görsel tercihleri olsun, zaman zaman kurgu masasındaki ilginç tercihler olsun seyirciyi istisnasız her hafta zihninde yer etmiş o kalıplaşmış Muhteşem Yüzyıl kavramına yabancılaştırmayı bir şekilde başarıyor. Yine son birkaç haftadır görmeye başladığımız, ortada bir sebep yokmuş gibi dururken iki sahne arasında yaşanan geçişlerde ekranın birden tamamen kararıp sonraki sahnede tekrar uykudan uyanılıyormuş gibi aydınlanmasına da pek bir anlam veremesem de müziklerin biraz alçakgönüllü kullanılması daha iyi olur diye düşünüyorum. Diziyi fazlasıyla abartılı bir hale sokmaya ve sahnelerin seyircinin üstüne üstüne gelmeye başlamasına sebep oluyorlar bence.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER