İşin hikaye kısmına gelirsek bir kere bölümün yine fazlasıyla abartılı ve değil inandırıcı olmak, bildiğiniz absürdlüğün sınırlarını zorlayan bir entrikayla açıldığını düşünüyorum. Gülbahar Sultan’ın ölümden kurtulmasından bahsediyorum tabii ki.
 
Şehzade Bayezid’in Sinan Paşa aracılığıyla temin ettiği ilaç sayesinde Gülbahar Sultan’ın nabız atışları fark edilemeyecek şekilde düştü ve asıl amaçları padişahın gözdesi olup sarayda yüksek bir konuma gelmek olduğu halde nedendir bilmem burunlarından kıl aldırmayan kendini beğenmiş sultanlar için canlarını feda etmek konusunda birbiriyle yarışan cariyelerin anlaşılmaz fedakarlığı sağolsun akıl almayacak bir şekilde yine paçayı kurtardı. 

Muhtemeldir ki haremdeki cariyelere yemek ve su yerine düzenli aralıklarla afyon şurubu veriliyor bu sarayda. Vatanlarından ve ailelerinden kopartılıp köle edildikleri bir sarayda kendilerini köle edenlere bunca deli divane olmaları başka türlü açıklanamaz zira. Ya da herhalde nasıl olsa hepimiz haseki olamayacağız, köle olarak yaşamaktansa ölmek yeğdir diye düşünerek seve seve fedai oluyorlar.
 
Padişahın emriyle idama mahkum edilmiş şehzade anası bir sultanın sözde cesedi bu kadar başıboş ve gözetimsiz bırakılabilir mi yani? Bu kadar mı kolay onca harem ve saray görevlisini ayakta uyutmak, bu kadar mı çocuk oyuncağı Valide Sultan’ın ve padişahın burnunun dibinden adam kaçırmak? Çocuk bile kanmaz böyle entrikaya. Gülbahar Sultan olabilecek en umutsuz durumların içinden olabilecek en kolay şekilde sıyrılabilen sultan olarak da Muhteşem Yüzyıl tarihine geçecek belli ki. Karakteri izlemeye devam edecek olmak tabii ki güzel de keşke bu kadar fantastik olmasa her şey, keşke biraz daha akla mantığa ve saray güvenliğine uysa yaşananlar.
 
Diğer yandan kimbilir neden 15 haftadır bekletildikten sonra Silahtar’ın geçmişine ve sırlarına da bir o kadar alelâde bir sahneyle vakıf olduk. Bunca vakit geçtikten sonra başka türlüsü olsa şaşırırdım zaten. Bosna’daki babası oğlunun nikahı sebebiyle artık haberi nereden aldıysa bir anda damdan düştü ve her şeyi ayaküstü bir bir öğrendik. Meğerse annesi vefat ettikten sonra babası Silahtar’ı Osmanlı’ya verip başından atmış, bir daha ne aramış ne sormuş, üstüne oğlunun mektuplarını da geri çevirmiş. Öksüz kalmışken bir de yetim kalan Silahtar da haliyle babasını defterden silmiş. 

Ortada 15 haftadır süründürülmeye değecek pek de bir şey yokmuş yani. Halbuki sezon başlarken yayınlanan karakter tanıtımlarında geçen “güçlü kuvvetli bir askerdir ama onun da babasıyla ilgili bir yarası vardır” şeklindeki cümleleri okuyunca insan adamın karakterini falan şekillendiren çok büyük sırlar ortaya çıkacak diye bekliyor. Açıkçası benim adıma dağ fare doğurdu.
 
Zaten kafesinin kapıları gösterildikten ancak haftalar sonra tek bölümlük gösterilen Sultan Deli Mustafa olsun, bu bölümde Silahtar’ın ayak üstü anlatılıveren hikayesi olsun böyle detayların diziye konulması ya da bu şekilde anlatılmaları sezon başlamadan önce aynen böyle düşünülerek mi planlanmıştı yoksa son anda aradan çıkartılıversinler de seyircinin istediği olsun diye mi bu şekilde aralara dahil edildiler, emin olamıyorum. 

Belki Silahtar bahsi daha devam edecektir ancak geçen haftalarda da yazdığım gibi çilehanede boş boş oturup duracağına bahanesiyle geçmişini ve hayatını flashbackler şeklinde hatırlasa, sonra babası bu bölümde çıkagelse çok daha oturaklı ve etkili bir karakter portresi ve baba-oğul ilişkisi çizilirdi diye düşünüyorum. Bu hali "alın size Silahtar hikayesi" der gibi çok baştan savma geldi bana ne yazık ki. Nazarımda ikinci bir Deli Mustafa – Şehzade Kasım vakası ve tepilen bir fırsat.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER