Bölümün en büyük hayal kırıklığı ise hiç şüphesiz Şehzade Kasım’ın, yanına kapatıldığı amcası Deli Mustafa’yla hiçbir iletişimini görmeden, o zifiri karanlık odada kimbilir ne hale dönüşmüş olan Mustafa’yla neler yaşadığını izleyemeden, biraz bıyık uzatmış olarak o odadan girdiği gibi çıkmasını izlemek oldu. Deli Mustafa’yı o odanın içinde iyice delirmiş olarak görmek yazının başında bahsettiğim umut ve cesaretti ama maalesef ki gerçekleşemedi.
 
Halbuki ne güzel bir hikaye, ne çarpıcı durumlar yaratılırdı şu iki bölümde. Sezona müthiş bir duygusal derinlik eklenebilirdi, Muhteşem Yüzyıl’ın neden basit anlamda bir pembe dizi değil, aslında aynı zamanda müthiş bir drama dizisi olduğu bir kere daha dosta düşmana ilan edilirdi. Ama hepsi elin tersiyle itildi. Hem de ne için? Ayşe Sultan’la Prenses Farya Murad kavgası yapsınlar ve bunlar için sayısız dakika harcansın diye. 

Muhteşem Yüzyıl’ın pembe dizi klasmanında bir dizi olması erkek bir seyirci olarak beni hiçbir zaman öyle aman aman rahatsız etmedi ama müthiş potansiyel barındıran bu tarz karakter hikayeleri ve öyküler, üstünden yüz defa geçilip artık herkesi usandırmış, insanların ekran karşısından kaçmalarının en büyük sebebi haline gelmiş böyle içi boş kadın kavgalarına feda edildiği ve dizi cidden "ekrandaki görüntüler istediği kadar kararsın, ben illâ ki de pembe diziyim" dercesine bir hal aldığı zaman canım çok sıkılıyor. 

Altı sezon sonra bile aynı boş entrikalara hapsolup kalmak bu projeye yakışmıyor. Dokuz bölümdür izlemesi işkence haline gelen bir takım kadın karakterlerin ekranda kapladığı saatler boyunca dönemle ilgili ne tarihi kurgular yazılır, hâlâ hikayeleri anlatılmayan Silahtar Mustafa ve Kemankeş Mustafa gibi erkek karakterlerin ne öyküleri anlatılırdı. Yazık ki yazık tepilen fırsatlara.
 
İşe bakın ki bölümün en güzel sahnesi ise İbrahim, Kasım, Atike ve Gevherhan kardeşler arasında yine Deli Mustafa’nın karanlık odasının kapıları önünde geçen duygusal yoğunluğu yüksek sahneydi. Kardeşler arasındaki sevgi bağını çok güzel aktardılar seyirciye. Her ne kadar İbrahim’in korkularını ve tavırlarını daha böylesi bir ilk anlaşmazlık durumunda fazla abartılı bulsam da sahne izlemesi çok zevkli bir sahneydi. Bunda son birkaç haftadır duymaya başladığımız, tam o sahnede etkili bir şekilde kullanılan yeni Aytekin Ataş bestesinin de etkisi büyük tabii. Sezonun en iyi yeni müziklerinden diyebilirim. Buram buram Anadolu kokuyor.
 
Müzikler demişken bu bölümün en dikkat çekici yanlarından birisi ilk dizinin bestelerini fazlasıyla kullanan bir bölüm olmasıydı. Geçen sene RaniniTV’de yazdığım ikinci bölüm yazısında eski dizinin müziklerinin yeni dizide kullanılmasının şahsımda yarattığı tatsızlıktan bahsetmiştim. Kararım değişmiş değil. Bence serinin markası olarak jenerik müziği haricinde eski dizinin, o dizinin sahneleri ve karakterleriyle özdeşleşmiş hiçbir bestesinin Kösem’de kullanılmaması iki diziyi birbirinden ayırıp Kösem’e kendine has bir kimlik kazandırmak adına çok daha yerinde bir uygulama olurdu diye düşünüyorum.
 
Ancak belli ki bunu yeni bir dizi değil, bir serinin devamı gibi düşünen yapımcılar eski müzikleri de uygun gördükçe kullanıyorlar malum. Sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla bir kısım seyircinin de – bence gayet anlaşılmaz bir şekilde – yeni müziklerden daha çok eskilerinin kullanılması yönünde bir talepleri var. 

Bu bölümde Pargalı İbrahim’le Süleyman’ın gençliklerinin müziği olan “Evvel Zaman”ı Kösem’le Farya’nın konuşma sahnesinde, şehzadelerin ölümlerinde yürekleri dağlayan “Yaslı”yı Madam Margaret prensesin alnını bezle silerken, “Masumiyet”i Atike Sultan Silahtar’ı hasta yatağında ziyarete gittiğinde duydukça bol bol mutlu olmuşlardır artık. Ben Kösem’i Süleyman’dan ayırmak için soundtrack albümünün çıkmasını dört gözle beklemeye devam edeyim en iyisi ^^
 
Özgün olabilen, formüle olmanın kaçınılmaz hesapçılığını ve ruhsuzluğunu üstünden atıp kalpleri yakalayabilen Kösem bölümlerinde görüşmek dileğiyle.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER