Masallara inanır mısınız? Rüyalara? Hatta... mucizelere? Ben...bilmiyorum. Masal okumayı severim. Belki dinlemeyi daha çok. Rüyalar... merak uyandırıcı, meallerine dalmak ilham verici gelir, evet. Mucizelere inanmak.. mucizelere inanmak için fazla ciddi, fazla realist olduğumu düşünürüm aslına bakarsanız. Madem bitiriyoruz, itiraf nokta com.
Fakat inandığım, fazlasıyla inandığım mucizeler de var benim. Sevmek mucizelerin en büyüğü mesela bana göre. Birine duyulan sevgi. Bir şeye duyulan sevgi. Habersizce, fark bile ettirmeden içinize tohumunu atan, bir avuç toprak bulup orada ufak ufak yeşeren, güneşini bulup dallanan budaklanan, bir tarafı gökyüzüne sınırsızca uzanırken diğer tarafı toprağa kök salan o saf, arı, katışıksız ‘sevmek’ duygusu. Kontrol edemezsiniz, set çekemezsiniz, fark bile edemezsiniz bazen. Sevgi dediğiniz şey kendi yatağını bulup akar, yol yordam, uç bucak bilmez. Açılmıştır kalbiniz, kanatlanıp kuş gibi konmuştur avucunun içine, ellerinizdesinizdir.
Büyülü bir şeydir işte sevmek. Sevdiğimiz şeyleri ne kadar seçebildiğimizi bile bilemiyorum ben. Aklımız değil, içimiz seçer akacağı yeri çünkü... Sevdiğiniz insanları düşünün, sevdiğiniz nesneleri, varlıkları, fikirleri; ne olursa olsun sevmekten vazgeçemediklerinizi, kaçamaklı sevdiklerinizi, tüm o “guilty pleasure” dediklerinizi. Sevdiğiniz şeylerin ne kadar mükemmellikten uzak olduğunu düşünün sonra. Ne kadar -belki aşağı yukarı sizin kadar- kusurlu olduklarını. Ve zamanın erozyonuna uğrayıp biraz eğilip biraz büküldükçe, sanki daha da size ait hale geldiklerini. Daha da vazgeçilmez olduklarını...
Yazı devam ediyor...