Kimisi hayatı bir yolculuğa
benzetir. Bazılarının yolculuğu faytonla seyahat etmek gibi; sarsıntılı fakat
keyiflidir. Bazılarınınki uzun bir tren yolculuğudur; bol manzaralı, kalabalık
ve zahmetli. Bazılarınınki ise özel otomobillerdeki gibi konforlu ve eğlenceli
geçer. Mesela Ayşe Kulin de “Hayat, akan bir sudur.” der, “Umut” kitabının
kapağında. Bir ırmak misali bazen azalarak, bazen aksine coşarak akıp gideriz o
suyun girdabında. Tüm bu benzetmelerle özünde ifade edilen hayatın asla edilgen
veya durağan olmadığı, sürekli devinimlerle durmaksızın ilerlediğidir aslında. Hayatın
geri adımı olmaz; yaşlılar gençleşmez, kıştan sonra sonbahar gelmez, olgun
meyveler hamlaşmaz.
İlerisi daha mı güzel, daha mı aydınlık bilinmez ama her
zaman mutlaka ileriye doğru hareket eder hayat. “Akıp gider oyun akıp gider, devam eder hayat.”* Gönlümüzden geçen
ise geleceğin hep daha güzel olmasıdır. Her yeni günden veya yıldan, hep bir
öncekinden daha güzel olmasını dileriz. “Tertemiz
bir yıl, hiç yaşanmamış. Ve sen onu tüm coşkunla, sevginle karşılıyorsun.”
Bunu başarmak biraz da bizim elimizde aslında, çünkü aklımız var, önceki acı
tecrübelerimizden ders alırsak daha iyiye, daha güzele yönelebiliriz. Neden
hayatın bize öğrettikleri ve kattıklarıyla kendimizi geliştirmeyelim, değil mi?
Ömer’le Defne de hayatın olağan akışı neticesinde
durmaksızın ilerlediler ve bir araya geldikleri andan itibaren hep üstüne
koyarak, dilediğimiz gibi hep daha da güzelini sundular bize. Bir doğru gibi
düşünürsek; A noktasından B noktasına geldikleri süreçte, yolda ne yaşanırsa
yaşansın B noktası her zaman A noktasından daha güzel, daha nitelikli oldu. Önce
hayatları yıllarca birbirlerinden bağımsız olarak akıp gitti. Sonra bir şekilde
denk geldiler birbirlerine, Ömer bilmeden Defne’yi “seçti”, biraz da başındaki
belayı bahane ederek öptü onu ve fitilin ucunu ateşledi. Sonrası hepimizce
malum; bir rüzgara kapılıp gittiler, birçok badire atlattılar. Bazen düşüp
oldukları yerde kaldılar, bazen daha da güçlenerek ayağa kalktılar. Yaşadıkları
sürece şöyle bir baştan sona göz atınca insan “Hey gidi günler be, nereden
nereye…” diyor tabii ki. Ve bunun yanında bir de kocaman şükrediyor.
Bakışlardaki aşk, hiç değişmeyen...
“Bazen gerçek
olmayabilir misin diye şüpheye düşüyorum. O sihirli dokunuşun; her zaman
vaktinde gelen, mucizeler yaratan... Çok iyi geliyorsun bana. Daha ne kadar
sabredeceğiz? Yeter, sıkıldım bu gelgitlerden. Bu kadar zarif ruhlu, derin ve
dokunaklı bakan, nefesimi kesecek kadar güzel, huysuzluğuyla bile aklımı
başımdan alan, sevilmeyi şahane bilen bu kadını hep yanımda istiyorum artık.
Evlen benimle!”
Bu Ömer’in Defne’ye ilk evlilik teklifiydi. Tam da Sinyor
İplikçi’ye yakışan bir klaslıkta, incelikle düşünülmüş, zarif ve çok aşık. Ömer
aslında bu sıralarda Defne’yi tam anlamıyla tanımıyordu. Ne mahalle Defo’sundan
haberi vardı, ne sevgilisinin arıza yüzüyle tanışmıştı. Çekirdek çitlemek
dışındaki zevklerini veya hayallerini bilmiyordu. Ona yansıyan, güzel ve zarif
bir genç kız ve onun kendi hayatına mucizevi dokunuşlarıydı. Aradığı sıcaklığı,
huzuru ve kapısını kapattıktan sonra evin içinde yaşayacağı gerçekliği
bulmuştu, daha ne isterdi ki? O yüzden Defne’nin onunla evlenmesini istedi. Bu
bir tekliften ziyade bir istekti aslında.
Tabii Ömer’i bencillikle suçlamıyorum, ‘evlen benimle’ de
çok rahatsız edici değil ama derin düşününce biraz baskın bir tarafı da var.
Tıpkı bu ilişkide, Defne’nin oyun sebebiyle boynunun bükük olmasından dolayı
Ömer’in hep daha baskın ve ilişkiyi yönlendiren taraf olması gibi. Daha hiçbir
şey yaşamadan, hiçbir şey paylaşmadan gelen bu teklifi, her ne kadar dibimi
düşürse de, biraz erken bulmuştum doğrusu.
Yazı devam ediyor...