“Gerçekten yaşamak için, önce birkaç kez ölmen lazım” der Bukowski. “Sevdiğin şeyi bul, ve onun seni öldürmesine izin ver” de diyecektir sonrasında. Kulağımızı, bize makul gelenden bir tık daha fazla tırmalayarak bağlar yazar, ölümle yaşamı. Ama yaşamakla ölmek en az bu kadar trajik biçimde bağlıdır birbirine. Ciğerlerimize dolan her bir nefes hayata nasıl incecik bir pamuk ipliğiyle bağlıysa; ruhumuz da aldığı her bir yeni solukta içeriden bir parçasını bırakır dışarıya.
“Aşk kemiklerimi kırıyor, bense gülüyorum.” Aslında bunu da Bukowski diyor, ama ben Defne’ye daha çok yakıştırıyorum. Dalgaların üstünde bir kıyıdan ötekine savrulanlara değil, kapıldığı tüm girdaplara rağmen doğru kıyıyı varacak kadar güçlü olan tüm aşıklara yakışıyor bu cümle esasında. Ne olursa olsun kaybetmeyenlere yakışıyor. Istırabının bile güzel olduğunu fark edebilenlere. Yakıp yıkıp tarumar eden aşk için “iyi ki” diyebilenlere. Defne’yle Ömer’e yakışıyor bu yüzden.
Alice, harikalar diyarına düştüğünde beyaz tavşana sorar:
“Sonsuz, ne kadar uzundur?”
“Bazen, sadece bir an kadar.”
Sonsuz dediğimiz şey, şahane bir an kadardır işte. Gök yüzünde birbirini selamlayan iki yıldızın arasındaki milyonlarca birimlik mesafe kadar uzundur sonsuz. Uzaktan baktığınızda, ilelebet kopmuş, koparılmış gibi gözükürler. Fakat milyonlarca şahane andan oluşur aralarındaki mesafe, yaşanan ve yaşanacak olan milyonlarca şahane andır ölçü birimi. Birbirlerinden binlerce mil uzağa savrulduklarında bile, aslında tek bir an kadar uzaktır birbirine bu iki yıldız. Yekpare, geniş bir anın, parçalanmaz akışında, birbirlerine doğru akarlar... Bildiğimiz ölçü birimleri aralarındaki mesafeyi ölçmeye yetmez, çünkü o yekpare, o parçalanmaz, o şahane an’ın çekim kuvveti onları fark etmeden ilelebet çekip durur birbirine...
Yazı devam ediyor...