Başka bir çatının altından, neyin kafasını yaşadıkları daha da anlaşılmaz duran bir avuç insanın tepesinden yükselip ekrandan bizim burnumuza kadar ulaşan is kokusu ise nedense daha az şaşırtıyor beni. Nedenini biliyorum galiba. Ahkam kesmeye ehliyetim var bu konuda, çünkü daha bilindik bir melodrama seremonisi Topal’larınkisi. Tek bir kelime ile özetlenesi var, çünkü oldukça basit. Bencillik. Aile olmak ve bir yuvayı paylaşmakla beraber geldiğinde, kendisine mantığın koyduğu sınırların çok ötesinde bir yaşam alanı yaratmak isteyen -ve çoğu zaman da yaratan- ama aslında temelde safi bencillikten öte olmayan o garip durum. 

Şöyle düşünelim. En çok nazımızı çektirdiğimiz yer de o çatının altıdır. Dünyanın kalanına öfkelenip, acısını ailemizden çıkarırız. Bu dünyada bizi en çok ailemiz çeker, işte tam da bu yüzden en çok da ailemize çektiririz. Aile olmak bireysellik sınırlarının farkında olarak veya olmayarak çiğnenmesi demektir, acıların istemsizce ortaklaşması. Ortak çekilen acıların olduğu yerde, tekil mutluluklar ortadan kalkar. “Hepimiz birimiz için”in ardından, daima “birimiz hepimiz için” gelir. O biri artık sadece kendini mutlu edemez, kalan herkesi de etmek zorundadır. 

Defne’ye  temelde özetle “bunu bize nasıl yaparsın” diyen Topal’ların psikolojisi işte tam da bu. Onu zamanında yaşatanın, şimdi de ondan yaşatılmayı beklemesinin psikolojisi. Fazlaca benimsemenin getirdiği o aldatılmışlık hissi. Mantığa sığmayan biçimde, her şeyin kişiselleşmesi. Mutluluğun, bireye ait olduğunun unutulması. Kaybedildiğinde gelen acı bireye ait olmaktan çıktığı için, yeniden bulunan mutluluğun da bireye hak görülmemesi. Topluca yapılmayan bağışlamanın, geçersiz hatta haksız sayılması. 

En çok taşır gibi görünenin sırtına, yüklerin en ağırını yükler canım hayat. Aile de farksızdır işte, bütün hikayenin altında imzası olan Serdar da tutar Defne’yi suçlar, tüm hikayeyi artık öğrenmiş olması icap eden Türkan da tutar, sanki hiç bir şey yokken çekip gitmişçesine Ömer’i ve onu affeden Defne’yi suçlar. Egosuna yenik düşen Nihan bile tutar ufacık bir kırgınlığın üstüne çıkıp Defne’yi suçlar, sanki içlerinde bir yerde onca acıyı atlatan Defne’nin bu saçmalıkları da atlatacak kadar güçlü olduğunu bilirlermişçesine ve hatta buna güvenirlermişçesine. 

Ama neydi, hüzünlü satırlar yazılmayacaktı bu gece. Çektiği kapının ardında kalan mantıksızlık bulutunun da, çaldığı kapıyı ona güç bela açan adamın kafasındaki mutsuzluk bulutunun da içinde inatla parlamayı sürdüren Defne için yazmış adeta şu dizeleri Neruda: 

Ay cildinin incecik astarında yaşar, sanki içeriden kendi kendine alev almışsın gibi. 

O Defne’ye gelsin son söz. Çok duru, çok asil, çok güçlü; yıllardır, fakat belki de yüzyıllardır ruhunun üflendiği kayıp yarısını tamamlaması için beklenip durulan Ömer’in Defne’si. 

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER