Tahminde
bulunmayı sevmem ben. Tercihim gelişine yaşamaktır; çünkü yaşanması gerekenin
bizi bekleyen şeylerin gelişi olduğunu düşünürüm, varılacak duraktan ziyade.
Yolculuğun kendisi. Haklı çıkmak; ya büyüsünün kaçması demektir bana göre, ya
da hepten korkulan şeyin başa gelmesi. Haklı çıkmaktan bunca mutsuz olmak anlaşılır
bile gelmez insanlara. Bu yüzden büyük ölçüde kendime saklarım. Korktuğum
başıma da kendi kendine gelir bu yüzden.
İncecik bir
kokunun bizi geçmişe götürmesi. Tek bir melodiyle hatırların dehlizlerine
ışınlanmak. Elle tutamadığımız hisleri aklımızın derinlerinde kilitli tutan
odaların kapılarını açan elle tutulur objeler. Bazı anıları, evet, bastırırız.
Ve neyi en derine bastırmışsak, onun yüzeye çıkmak ve çıkarken de koruyucu
kalkan bellediğimiz ne var ne yoksa paramparça edip geçmek gibi fena bir huyu
vardır. Bütün bunları anlarım.
Fakat her anıyı
zapt edemeyiz. Bazı anıları odalara kitleyip tümüyle unutmak imkansızdır. Bazı
anıların, bir yara izinden daha kalıcı izler bırakmış olmaları icap eder. Tıpkı
bazı yara izlerinin, daha önceden bulundukları yerde bulunmalarının icap etmesi
gibi.
Nahoş bir anının
Ömer’in aklına sinsi bir baş ağrısı gibi olur olmaz saplanmasını anlarım ben. Uyku
uyutmamasını, onu neredeyse güç bela nefes alan, giderek boşlaşan bir varlığa
dönüştürmesini... Aklına hücum eden acının, oraya gelirken delip geçtiği tüm
kapıları can havli ile tekrar kapatmak ister insan böyle durumlarda. Sanki
kalkanlarını yeniden kaldırırsa, acıyı bir kez daha zapt edebileceği
yanılsaması yaşar. Biraz da o yüzden tüm kapılarını kapatır dünyaya. Kendi
içine dönüp akrep gibi sokar kendini. Ona yeterince gün yüzü göstermez ise,
acının boğulup gideceğini zannettiren hastalıklı bir ruh halidir acı.
Vicdan azabı?
Pişmanlık? Suçluluk duygusu? O arabanın içinde kendisi için korkmaktan bir tık
daha fazla başkası için telaşla arkaya bakıp durduğunu düşündüğüm Ömer, benim
kendisi için korktuğumu yaşıyor belki... Biri tehlikede, ve onu koruyamıyor.
Yetiştirmeye çalışıyor, ama geç kalıyor. Üstüne dev bir vicdan azabı gibi
yığılıp kalıyor demek bu acı. O bir yılda kurduğu saçmasapan hayat, sadece
saçmasapan değil böyle azaplarla da dolu demek.
Şükrü neredesin?
Çünkü sanırım ben de biraz anlamıyorum. Bu acının daha önce nerede olduğunu
anlamıyorum mesela. Zaman denen şeyin unutturduğunu, içeriye içeriye doğru
patlayan acıdan kalkan tozun zaman içinde çöküp sonra da atmosfere karıştığını
biliyorum; ama bir acının bunca zaman bu kadar “yok” rolü yapabilmesini
anlamıyorum mesela. Aynısını yaşamadığım şeyler konusunda ahkam kesip haksızlık
etmekten çok korkarım ben. Tahmin etmeye çalışmak kadar sevmediğim şeylerden
biri de budur. Ama yine de bir
travmanın, göğsümüzün yanında bir gece aniden peyda oluveren bir yara izi gibi
gibi birden bire gün yüzüne çıkabilmesinin aklımın sınırlarını zorladığını
şuraya bırakmak zorundayım. Bir ahşap masaya kazımak suretiyle çizdiği bir
ayakkabıyı unutabilen Ömer’in o zaman yaşadığının, bu travmanın bir dışa vurumu
olup olmadığını görmek istiyorum belki biraz da. Belki o zaman daha iyi
anlarım...
Yazı devam ediyor...