Ben aslında Defne ve Ömer’in şahane anlarına eşlik eden şarkılara şiirlere karşı olmayı da bıraktım çoktan. Kafamdaki Defne’yle Ömer koskoca bir müzikalken, ekrandaki de öyle olmuş çok mu? Defne’nin en sevdiği kuru fasulyeciyi bilen Ömer, Ömer’in yaptığı spagettideki tadın bu kez değiştiğini fark eden Defne bana “nasıl yani?” dedirtmiyor; çünkü kafamdaki Defne’yle Ömer zaten ayda bir iki kez o lokantada kuru pilav yiyip, turşu suyu içiyor; kalanında da tatlı bir makarna-şarap-DVD rutine kaptırmış gitmekteler. Mahalleden dönerken arada sütlü nuriye kaçamağı yapıldığını bile düşünüyorum –mesai saatleri içinde, parasıyla, çünkü Ömer– evet düşünüyorum, çünkü neden düşünmeyeyim?
Her aşkın, her ilişkinin kendine has bir ritmi olduğuna inanırım ben. Bazısı göstere göstere yaşanır; her bir başlangıç tabağının, her bir deniz manzarasının, her bir hafta sonu gezisinin kare kare paylaşıldığı bol göstergeli hayatlar. Bazısı da tam tersi, sadece yaşananlarca paylaşılır; böylece sadece yaşayanlara ait, gerçek anlamda da özel kalır. Ömer’le Defne’ninkisi kurgu olmayan bir evrende, bu ikincisinden olurdu işte bana göre. Kendi halinde, gösterişsiz, sade, basit ve şaşasız. Şu an kırmızı olmasa da, kapı kapanınca gerçek olan ve öyle kalan bir hayat. Kapı açılınca çarşı pazar antikacı gezilen; market arabasının ayağının kırılması veyahut Ömer’in limonlarla jonglörlük yaptı diye Defne’ye papara atan esnafla dalaşması gibi atraksiyonları olan, zamanında “tatlı bir şarkının içinde yaşasak” olarak nitelenmiş ve öyle de yaşanan bir hayat...
Bu nedenle alışverişe giden, yemek yiyen, sofra hazırlayan Defne’yle Ömer bana kendi hayatlarından ekstra bir perde açmışlar gibi geliyor. Bu nedenle yemek yaparken ne konuştukları çok da önemli değil. Gerçek bir ilişki de, beceriksiz muhasebeciyle boşboğaz asistanın çekiştirildiği akşam yemekleri değil midir zaten çoğu zaman? Ananasa gelene kadar Defne’nin Ömer’in elinden kanoladan tutun avakado yağına kadar her birini tattığına ikna olabiliyorum ben. Ömer’in her ne hikmetse 2 ay kahve makinesiz kalan mutfağından bir gün eksik olmamış kavanozlarca makarnanın sırayla yendiğine veya yeneceğine inancım tam. Buffalo mozzarella’yı, porcini mantarlı risottoyu, tiramisuyu sormuyorum, çünkü gördüklerim görmediklerime de duymadıklarıma da yetiyor, çünkü görmesem de duymasam da sanki öncesi de var sonrası da! Ne demişti henüz kral olmamış prens zamanında? Büyülü gerçekçilik o zaman temamız? L'amour et autres démons. Aşk ve diğer cinler.
Aşk ve mutluluk. Aşk ve unutmak. Aşk ve affetmek. Ömer’in unutması, affetmesi ve haklı bir adam olarak değil mutlu bir adam olarak yaşlanmak adına yoluna devam etmesi. İnsanları ve koşulları kontrol etmeden yaşamayı öğrenememiş dedesini, şahsi menfaatinden önce gelmesi gereken şeyleri ayırt etmeyi bir türlü becerememiş yengesini, onlarca yaş büyüse de basiretini ve cesaretini tam olarak kazanamamış amcasını ve kendisine dürüst olma kudretini damarlarında bulamamış ama günün sonunda onun ailesi, arkadaşları, kısacası “hayatı” olmuş olan herkesi yuvasına alıp affetmeyi seçen Ömer. Doğru ya da haklı değil, mutlu olmayı seçen Ömer. Bu yuvaya bu kadarı fazla mı geldi diye düşündüren, ama aslında tam tersine bu yuvada ilk defa bu kadar kuş gibi hafifleyen Ömer. Affetmek erdemdir. En güzel de diyettir. Tüm ağırlığınızı alıp götürür. Geçmişin hangi lanetli anısının kanadınızdan tutmaya çalıştığının önemi kalmaz, çünkü havalanmışsınızdır bir kere.
Yazı devam ediyor...