Bir varmış bir yokmuş...
Kötülükten, hasetten, komplodan, fitne fesattan nefes alınamayacak
kadar kirlenen bir ülkede bir prens yaşarmış. Bu prens kötülüğü,
dedikoduyu, entrikayı hiç sevmezmiş. İnsanın başına ne gelirse
bu kötü davranışlar yüzünden geldiğine inanırmış. Ve bu
inancını körükleyecek acıları da varmış. Yaralıymış bu
prens. Dedesinin kibri yüzünden annesinin sürekli ağladığı, en
sonunda hastalanıp öldüğü bir çocukluğu olmuş. Annesinin
gidişini kabullenemeyen babasını da kaybettikten sonra yapayalnız
kalmış prens. O da yalnızlığına tutunmuş. Ondan beslenmiş.
Kendine bir sürü prensipler, kurallar edinmiş. Dışardan
bakıldığında o kadar katı ve soğuk dururmuş ki insanlar ona
Buzlar Prensi demeye başlamış. Prens çok yaralıymış.
Yaralarını sarmak yerine görmezden gelip kendine dışardan
bakanlar için şahane ama aslında oldukça mutsuz bir hayat kurmuş.
Her sabah kahvaltıda ne yiyeceği, kahvesini nasıl içeceği, hangi
gün ne renk gömlek giyeceği... Hepsini düzene sokmuş. İnsanlara
ikinci şans tanımazmış. Bir hatada silermiş karşısındakini.
Karakterinde o kadar sivri köşeler varmış ki değenleri
paramparça edermiş. Sert sınırlarına yaklaşanları itinayla
püskürtürmüş. Ama bir yandan da yaptığı harika işlerde
kalbinin naifliğini görebilirmiş insanlar. Ve hayret ederlermiş,
bu kadar katı bir insandan bu kadar zarif işler nasıl çıkabilir
diye.
Çünkü prensin lakabı her
ne kadar buz olsa da kalbi sıcacıkmış. İnsanlara ikinci şans
vermemesi de bu kalbi korumaya çalışmaktan başka bir şey
değilmiş Sadece doğru kişinin gelip kalbinin çevresini saran o
buzları kırıp kalbine ulaşması gerekiyormuş.. Sonra bir gün
biri gelmiş. Kızıl saçları, beyaz teni ve yumuşacık kalbiyle
prensin hayatına Güneş gibi doğmuş. Aşk olmuş.
Ama bu kızın bir yanlışı
varmış. En başından beri prensten sakladığı, saklamak zorunda
olduğu için defalarca ondan kaçtığı bir yanlış, bir sır...
Kız prensi öyle çok sevmiş ki söylerse onu bırakır korkusuyla
defalarca niyetlense de hiç söyleyememiş. Prense ne gidebilmiş ne
de tamamen ondan vazgeçebilmiş. ''Öyle havada asılı kalmışlar.''
Bir gün prens kıza evlenme
teklif etmiş. Kız başta kabul edemese de kendince sırdan
kurtulduğunu sandığı ilk anda koşup evet demiş prensine. Şahane
bir düğün hazırlanmış. Her şey harikayken kız son anda bu
yalanla birlikte adamın kalbine yerleşemeyeceğine karar verip
düğün günü her şeyi anlatmış. Sonra ne mi olmuş?
Prens deliye dönmüş. O
kadar kızmış ve hatta şoka girmiş ki neyi, kimi kırıp
döktüğüne hiç dikkat etmeden konuşmuş. Herkesi o en
derinlerindeki en keskin sivri köşeleriyle yaralamış. O kadar
yaralamış ki kendi de yaralanmış. Dayanamamış ve çok uzak
diyarlara kaçmış. Gitmiş ama kalbi de onunla gittiği için
aslında hiçbir şeyin değişmeyeceğinin o an farkına varamamış.
Kız mahvolmuş. Üzüntüden yataklara düşmüş. Ailesi, yakınları
perişan olmuş. Ellerinden bir şey de gelmiyormuş. Yemek
yiyememiş, uyuyamamış kız. Kendinden geçmiş. Bir diğer
yandaysa prens de çok farklı değilmiş. Bedeni yaşıyormuş ama
ruhu çok hastaymış. Bütün prensiplerini, kurallarını çöpe
atmış. Aslında hiç gurur duymayacağı bir hayat kurmuş kendine.
Ve gün geçtikçe anlamış. ''Aşkın yanında tek bir hata ne
ki...''
Peki her şey için artık
çok mu geçmiş acaba? Yoksa aşk en derinlerde de olsa bir yolunu
bulup gün yüzüne çıkabilir miymiş? Peki ya prens? Aşkını
geri kazanmak için neler yapabilirmiş? Buzlar Prensi tüm
kurallarını bir kenara atıp bu kez gerçekten duvarlarını yıkıp
kıza gerçekten seven ve çabalayan bir kral olarak dönebilir
miymiş?
Dönmüş...