Kızılcık Şerbeti: Sezona veda
İkonik bir aynadan bakış sahnesi.
Herkese merhaba,

Sezon finalini ekrana geldiği akşam izleyemediğim için spoiler yeme korkusuyla bir gün boyunca sosyal medyadan uzak durdum. Gerçi sonradan bu kadar çabaya hiç gerek olmadığını fark ettim zira bölüme dair tahmin edemediğim kısımların sayısı oldukça azdı. Bunda tabii fragmanların da etkisi büyük fakat genel itibariyle -özellikle mecburi olarak verilen birkaç haftalık aranın ardından- senaryodaki özenin azaldığı kanaatindeyim. Bunu da çok büyük ve yıkıcı bir eleştiri olarak dile getirmiyorum. Zaten Nursema’nın intikam sahnesiyle yükseltilen çıtaya hikâye boyunca bir daha erişemeyeceğimizin farkındaydım ve bu durumu birçok kez dile getirdim. Yine de toplumun ciddi bir kesimini televizyon başına geçirip gündemimizi birkaç saatliğine aynılaştıran Kızılcık Şerbeti’ne büyük bir teşekkür borçluyum. Çünkü hiçbir şey olmasa bile bir şeyler oldu ve dizi en azından kendi star’ını yarattı (ve öyle ya da böyle kemik bir izleyici kitlesi kazandı).

Bölümle ilgili uzun uzun yazmadan önce birkaç ufak not düşeyim. Kızılcık Şerbeti benim için bu yılın en güzel kazanımlarından biridir. Herkesin dile getirdiği gibi beni birtakım sosyolojik gerçeklikleri sorgulamaya itmedi belki ama izlerken çok keyif aldığım ve ara sıra yeniden döneceğimi tahmin ettiğim bazı güçlü diyaloglar/sahnelerle tanıştırdı. No-name bir oyuncunun tek bir rolle gönlümüzde nasıl taht kurabileceğini, çabanın ve emeğin karşılığının yıllar sonra nasıl yeşerebileceğini gösterdi. Muhtemelen ciddi bir kesimin (ben de dahil) Ceren Yalazoğlu’nun bundan sonra dahil olacağı işleri izlemeye karar vermesine vesile oldu. 7 Şekspir Müzikali dışında Evrim Alasya’yı hiç izlememiştim mesela. Özellikle ilk bölümlerde Kıvılcım’la öyle büyük özdeşlik kurdum ki, ilk fırsatta bir oyununa gidebilsem derken buldum kendimi. Sene 2023 olduğu için Settar Tanrıöğen, Aliye Uzunatağan ya da Sibel Taşçıoğlu övmeyeceğim ama Müjde Uzman’la Sıla Türkoğlu’nu ilk kez izleyip karakterlerini nasıl içselleştirdiklerine şapka çıkarttım yer yer. Mustafa rolündeki Emrah Altıntoprak ve Metehan rolündeki Rahimcan Kapkap da dizinin parlayan yıldızlarından oldu gözümde. Senaryonun olgunluğundan olacak, ilk bölümle 29. bölüm arasında genel karakter gelişimleriyle ilgili neredeyse hiçbir tutarsızlık görmedik, bunun da yerli dizilerde sık rastlanan bir durum olmadığını düşünüyorum.

Akşam patlatacağım bomba için bir sürü yemek hazırlıyorum ama aslında masaya bile oturmayacağız.

Tüm bu övgülerin yanında, dizinin genel hikâyesinin bir çeşit çıkmaza girdiğini hissediyorum. Heyecanlanmak ve diken üstünde yüzleşme izlemek bir tarafa; sezon finali özelinde söyleyebilirim ki iddialı olsun diye çekildiği bariz olan sahneler bile çoğunlukla vasatın üstüne çıkamamıştı. Özellikle uzadıkça uzayan o final sekansı, itiraflar, üst üste yaşanan krizler ve hakaretlerle bezeli güç savaşları bu dizinin ruhuna o kadar uymuyordu ki hayal kırıklığımı gizleyemedim. Doğa’nın, patlaması geciktirilen bomba niteliğindeki intikamı, sözü çoktan verilen bir sahne olarak haftalardır varlığını koruyordu. Ama işte Nursema’nın yemekli intikam planı sahnesinin çalışması, aynı matematiğin Doğa olayında da çalışacağı anlamına gelmiyordu. Temel sahneleri fragmanda izlediğimiz için izleyiciye vaat edilen ve sunulan arasında epey fark vardı günün sonunda. Gerçi Doğa’nın “Fatih beni aldattı” yakarışını dinlemek, Nursema’nın çıkardığı sembolik yangını izlemenin verdiği keyfin çeyreğini bile vermeyecekti, bunu da pek tabii biliyordum. Yine de illa bir şeyleri öveceksem, Doğa’nın Kıvılcım’dan özür dilemesi iyi düşünülmüş bir ayrıntıydı. Pink’in de bir sezon boyunca bunu beklemiş gibi Fatih’e saldırması komikti fakat buna fragmanda güldük ve bitti. Bunun dışında Hitchcockvâri zoom’lar, yer yer Hint dizisini andıran bakışmalar, izlediğimiz şeye yeterince yabancılaşmamışız gibi abartıp kameraya bakışlar, “Bu nasıl kadraj?” dedirten açılar bir hayli can sıkıcıydı.

Dizinin bir sezon boyunca seyirciye vaat ettiği başka sahneler de vardı. Umut’un Nursema’yı ilk kez başı açık görmesi, bu çiftin öpüşmesi ve hatta doğrudan şahit olamasak bile sevişmesi bunlardan biriydi. Bence Nursema’nın banyodaki aynaya bakış sahnesi de bölümün en güzel çekilmiş sahnesiydi. Hem o ilk gecenin tedirginliği çok güzel verilmiş (tekrar oyuncu övmemek için edilgen çatı kullandım) hem de sinematogtafi çok başarılı. Tabii sekansın devamında Umut’un Nursema’ya olan şaşkın bakışı “Nursema senin saçın varmış hiç söylemiyorsun!!!” iç sesine evrildiğinden sahne bütün ihtişamını kaybediyor ve istemsizce gülmeye başlıyorsunuz ama olsun.

Madem olmayacaktı, neden olur gibi oldu?

Umut’a bonfileden ötürü haciz gelmesi de bir hayli ironikti. Tamam, evlilik öncesi kredi borcuna girmesi anlaşılabilir elbette ama banka bir ihtar filan çekseydi bari öncesinde. Bu arada, yer yer dile getirilmiş ama ben de söylemeden edemeyeceğim. Dizide bu zamana kadar hiç görmediğimiz bir müsriflik gördük bölüm boyunca. Yani yeşil sermayenin bu denli görünür olduğu bir bölüm daha olmamıştı sanki. Ünal ailesi mensupları sürekli olarak harcadı ve aslında son derece orta sınıf bir hayat süren Umut’u fakir olarak etiketleyip aşağılamak için zaman kolladı. Seküler-muhafazakar ayrımının içki içmek tekelinden çıkıp haksız zenginliklere 29 bölümün sonunda bir nebze de olsa gelebilmesi güzel. Tabii Türkiye ekonomisini de iliklerimize kadar hissettiğimiz bir bölüm olmuş aynı zamanda. Bu zamanda kim bu kadar bol et alışverişi yapıyor tek seferde, gerçekten kendi gerçekliğimi sorguladım. Veganlar göreve, bu kadar et yenir mi Nursema?

İlk bölümden beri keyifle izlediğim Kıvılcım ve Ömer sahnelerinin son bölümlerde eski kalitesini kaybettiğinden daha önce de yakındım. Fakat artık durum farklı bir noktaya evrildi. Bu ilişkinin belirli alanlarda orta yolculuğu bulmaya hizmet etmek dışında pek vasfı kalmadı gibi. Evet, iki farklı hayat görüşü ortak bir noktada buluşabilir ve pekala bir arada yaşayabilir. Ama bazen altı dolu olmasa da aktivist çıkışlarıyla tanıdığımız Kıvılcım’ın çoğu zaman sessiz ve kabullenici pozisyona düşmesi karakterin ciddi bir hayranı olan beni üzüyor. Hani Türkiye’de yaşamasak, tüm sosyokültürel değişimleri ve hatta merkez-çevre arasındaki kodları bilmesek Kıvılcım ve Ömer’in arabadaki toz pembe konuşmasını kabul edeceğiz ama süreç bende böyle işlemiyor maalesef. Kıvılcım’ın muhafazakar otel açılışına gitmesinden de genel olarak pasifize edilmesinden de oldukça rahatsızım sayın senaristler. Bilgilerinize arz ederim.

Neyse styling güzel bu sefer.

Günübirlik Paris meselesine hiç gelmek istemiyorum ama kahvaltı sahnesini kocaman bir şaka olarak değerlendirdiğim için belki biraz güleriz diye kısaca bahsedeyim. Bir kere karakterlerimizin Paris’te olduğunu anlamamız için gözümüze defalarca Eyfel’i sokmanıza hiç gerek yokmuş çünkü yani gerçekten anladık. Zaten Kıvılcım sabahın 6’sında evden çıktığında bir yere uçacaklarını fark etmiştik ama Sabiha Gökçen Dış Hatlar’dan Paris’e gitmelerini pek beklemiyorduk. Ömercim, jetin yok mu ya? Ben bu arada Kıvılcım’ın yeşil pasaportu yok mudur, ne vizesi diye düşünüyordum gerçi ama Eyfel manzaralı photoshop soslu kahvaltıya filtre kahve (evet French press detayı) ve kruvasanın eşlik ettiğini görünce biraz aklım karışmadı değil. Keşke Emirgan’a gitseydiniz yani Ömer, bilemedim gerçekten. (Arkaya serpiştirilen siyahi bireyleri de komedi unsuru olarak okumak zorunda kaldım.)

Bu arada bir dipnot olarak aklıma gelmişken söyleyeyim. Evrim Alasya ve Doğukan Güngör’ün sesi nasıl kısılmış öyle ya? Sezon finali partisinde mi olmuş? Ne kadar eğlenmiş olabilirsiniz yani, keşke bizi de çağırsaydınız.

Bir başka şaka sahnesi olarak Kıvılcım ve Ömer’in kazası var tabii. Bölümün son yarım saatini izlerken daha ne kadar kötü olabilir diye düşünüyorsunuz ve yine bol efektli, havada taklalar atmalı kaza sahnesi geliyor. Bu yetmezmiş gibi sağlık görevlisi Ömer’in arabasından içeri kafasını sokmak suretiyle “Bir ölü bir yaralı var” diyor. Hani bari bir nabzını filan kontrol etseydiniz de azıcık daha ihtimal dahilinde olsaydı ölüm mevzusu. 28 yıllık hayatımın yaklaşık 24 yılını yerli dizi izleyerek geçirdiğimi düşünürsek rahatlıkla söyleyebilirim ki mezara giren ana karakterler de dirilebilir. Ömer’in öleceği düşünülmüş nedense, ihtimali de var tabii ama ben kimse ölmez diye akıl yürütüyorum nedense. Ya da Doğa pek tabii doğan çocuğunun adını Ömer koyabilir. Ayrıca, sezon finalinde araba kazası klişesini Kavak Yelleri Efe’yle 15 yıl önce filan sonlandırmış olmalıydık. Yine de bölümün açık ara en büyük mantık hatası, Doğa’nın saatlerce uğraştığı yemeklerin yenmeden asıl meseleye gelinmesiydi. Yani…

Nereden geldiği belli olmayan cat fight.

Bir diğer hayal kırıklığım da Alev üzerinden. Pink’le böyle bir yüzleşmeye gerek var mıydı? Bir sezon boyunca güçlü ve bağımsız duruşundan hiç ödün vermeyen Alev’in Apo için çizgilerinden koparılması, hayat tarzının alaşağı edilmesi bana mantıksız geliyor - ki daha önce defalarca dile getirdiğim gibi, Alev’in Apo’ya olan ilgisinin altı gayet güzel dolduruluyor. Sadece, Alev gibi bir kadının, aşk, hayranlık, güç sevdası, hatta anne inadı, artık adına ne derseniz, bunlar uğruna bütün hayatını bir kenara bırakıp Apo’nun evinin kadını olmak istemesi bana inandırıcı gelmiyor. Umarım karşısındaki kadına sinirinden söylenmiş, üstüne çok da düşünülmemiş bir itiraflar bütünüdür bu sahne, aksi halde favori karakterlerimden biriyle arama girmiş olacaksınız.

Her şeye rağmen ben yeni sezonda Kızılcık Şerbeti izlemeye, hatta belki hevesle fragman beklemeye devam edeceğim. Umarım yeni sezon hikâyesi bizi ilk bölümlerin heyecanına yaklaştırır. Her olumsuzluğa rağmen sezon boyunca durmadan çalışan bütün ekibin ellerine, emeklerine sağlık. Yazıyı buraya kadar okuyan herkese de ayrıca teşekkür ederim.
 
Güzel günlerde görüşmek dileğiyle.

Sevgiler.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER