Aile dediğimiz şey bazen Bermuda şeytan üçgenine
benzer. Bermuda şeytan üçgenine giren gemiler, uçaklar kaybolur. Sen de kimi zaman aile denilen kavramın içinde kaybolursun. Bazen seni öyle bir etkiler ki içindeki kötüyü ortaya
çıkarır, çoğu zaman da en güvenli limanda olduğunu sandığında alabora olursun. Bu
bölüm Nilüfer’in sevdiği insanın yakalanmasına yardım etmesinin verdiği acı sonucu
ailesine sarılması, Metin’in Tayyar ile yüzleşirken “baba benden bir
Frenkeştayn yarattın!” isyanları, Mert’in babası ile yüzleşmesi, Hüseyin’in iki
aile arasında kaybolup hata yapması adeta klonlanmış şeytan üçgenleri gibiydi...

Aslı stili denen bir şey var.
İnsana hata yaptıran dört temel şey say deseniz. Tereddüt etmeden:
aile, aşk, öfke ve kibir derim. Şu ana kadar yayınlanan bölümlerde hikayemiz bu dört temel unsurun üçüne değinmişti. Bu bölüm ise aile odaklıydı ve aile kavramının bize
hep öğretildiği gibi o kadar da mükemmel bir şey olmadığını gösterdiği için ayrıca
hoşuma gitti. Bölüme Nilüfer’in Ömer'e Metin için tuzak kurmaya yardım etmesi ile
başladık. Hüseyin’in köstebekliği nedeni ile son anda Metin kaçınca; Nilüfer
hem başarısızlık hem de sevdiği adama yaptıklarnın acısı ile baş başa
kaldı. Son dakikada olaya Aslı’nın da dahil olması ile Nilüfer, aile terapisine
alındı. Arada ne geçerse geçsin kız kardeş olmak başkadır. Paylaşılan acılar
insanları birbirine daha da kenetler. Elif ve Aslı, Nilüfer’i hüzün içinde
boğulurken gördükçe yaralarını beraber sarmaya karar verdiler.
Burada bir parantez açıp Aslı karakterine ve Hazal
Türesan’a değinmek lazım. Ne zaman sahneye girse, sahnenin atmosferini ve
rengini değiştiren bir karakter Aslı. Hazal Türesan’ın duruşu ise Aslı’nın her
fırsatta laf sokan kadın profilini gerçekçi kılıyor. Aslı, tıpkı
Lost disizindeki Sawyer karakteri gibi insanlarka ‘normal’ konuşamıyor. Onlarla karşılaştığında yaptığı ilk iş ya laf sokmak ya da lakap
takmak. Ömer’e Komiser Kolombo, Arda’ya Mösyö Puaro demesi gibi. Özetle Aslı
rocks (Maşuka rulez o ayrı).

Tayyar mavi ekran verirken.
Bu bölümün süper iki sahnesi vardı: Tayyar ve Metin’in
yüzleşmesi ile Metin ve Mert’in karşılaşması. Kullanılan mekân, sahnenin ruhuna
uygundu ama keşke ışık oyunları da olsaydı ya da ilk sezonda
CSI dizilerini aratmayan slow motion
kamera hareketlerini (hatırlarsanız Sibel’in vurulması sahnesini incelerken
Ömer, kurşunun yavaş yavaş Sibel’e gidişini izlemiştik ya da Aslı ile babası
hesaplaştığı güne giderken duvar saatinin tersine dönmesi gibi) kullansalardı.
Eminim çok daha muhteşem sahneler olurdu. Tayyar ve Metin sahnelerinde aklım şuna
takılmadan edemedi: Tayyar’ın boyu malum, bu Mert ve Metin nasıl böyle fasulye
sırığı gibi olabilmişler? Üstelik her ikisinin de annelerini gördük...
Kan bağının olması demek her zaman dürüst olunacağı anlamına gelmiyor.
Tayyar ve Metin’in sahnesi Şeytanın Avukatı filminin son sahnesindeki Al Pacino ve Keanu
Reeves sahnesini hatırlattı. Performansları da Pacino- Reeves'i aratmadı. Metin bir anlamda “Bugün böyleysem sebebi sensin”
diyerek bu zamana kadar bildiği ama sakladığı gerçekleri itiraf ederek; Tayyar’ın
gardını zayıflattı. Tayyar’ın aklına kendi tilkilerini soktu. Öte yandan Metin
en büyük kozunu sona sakladı ve adamına Mert’i getirtti. Bu sahneler de Fight Club’ta Brad Pitt ve Edward Norton’un
yüzleştiği o sahneyi hatırlattı. Nature vs Nurture tartışması gibi aynı DNA’yı
paylaşan iki insanın birbirinden farklı ailelerde büyüdüğünde nasıl birbirinden
farklı karakterleri olabileceğini gösterdi. Bu sahnede hem Saygın Soysal hem
Ali Yönenç çok iyilerdi. Birinin gözleri birikmiş kinini zevkle kusarken, diğerinin gözleri şaşırmakla- ağlamak arası bakıyordu. Tayyar kendi yarattığı melek
ve şeytanın arasında kaldı. Metin kafasını karıştırırken, çoktan veda
ettiğini düşündüğü vicdanını, pişmanlıklarına oynayarak yeniden
alevlendirirken; Mert ise ona çoktan cevaplamayı es geçtiği soruları sordu.
Hüseyin paniklediği için hata yapmaya başladı. Kendi
şeytan üçgenini kendi kurduğu, vicdanı kendisine iyice yük olmaya başladığı
için sıkı sıkıya tuttuğu ipin ucunu kaçırması olası. Bu üçgenin bir ucunda
Melike/Ömer, bir ucunda diğer karısı-oğlu ve bir uçta da Tayyar var. İlmek bir kere kaçmaya görsün, her hareketinizde ince ince ilerler o küçücük delik. Hüseyin de bu bölümde o
deliği açtı. Bir yandan Tayyar’ı idare etmek, bir yandan diğer oğlunun
hastalığı ile uğraşmak, bir yandan da yakalanmadan dürüst polis rolünü
kıvırmak. Elbet error verecekti.
Öyle ki Arda ufak ufak Hüseyin’den
şüphelenmeye başladı bile çünkü Sami, Pelin’in köstebek olduğunu ima edince Arda’nın
aklı başka türlü çalışmaya başladı. Tayyar her ne kadar, Hüseyin kurtulmaya
çalışırken, onu da kurtaracağını düşünse de ben, Hüseyin’in kurtuluşu
seçeceğine inanmıyorum. Kendini düşerken Tayyar’ı da kara deliğine çekecek. Tayyar
kapısındaki köpeklerin kurt olduğunun farkında ama hala onların tek sahibi olduğunu sanıyor. Bu nedenle kurtların kendi aralarında kurduğu sürünün farkında
değil. O da Ömer gibi her zaferinde gözü kör oluyor. Tayyar kapısındaki sürüyü
görmezken, Ömer en yakınındaki yalanları fark edemiyor çünkü Tayyar’ın kibiri,
Ömer’in vefası onları engelliyor.
Roma'da başlayan aşklarının miladı da Roma rakamı işlenirdi zaten.
Aşklarının miladı olarak 15 Ekim’i gören Ömer, bunu
bir bilekliğe işletmiş. Elif’e hediye etti. Şu sıralar çokça Elif- Ömer aşk
sahneleri, yakınlaşmalarını severek izliyoruz ama Ömer, “Nefes aldığım müddetçe
senin yanında olacağım.” dedikçe aklıma Hüseyin geliyor. Hüseyin hakkındaki
gerçekler ortaya çıktığında Ömer’in aldığı her nefesin nasıl dönüp kendine
batacağını düşündükçe sahnelere konsantre olamıyorum (tabii ki yalan,
endorfinden başım dönüyor).
'Çizdik karizmayı, bu film nasıl anlatılır ki' bakışı.
Mutfak, öpüşme, tezgah, öpüşme, yo yo düşünmeyeceğim böyle şeyler.
Bundan bir-iki sene önce dizilerin vazgeçilmez
barışma ve gönül alma sahnesi aşıkların Lunapark kapatıp, gece boyunca
eğlenmesinden ibaretti. Öyle ki ne zaman bir sevgilim olsa en büyük romantizm hayalimde Lunapark'a gitmek vardı. Şimdilerde ise sessiz sinema oynamak moda oldu.
Sessiz sinema birbirine küs sevgilileri barıştırmakta, aşklarını itiraf
edemeyen çiftleri yakınlaştırmakta pek bir etkili olur oldu. Bu bölümde amaç
Nilüfer’in kafasını dağıtmak olsa da Arda ve Pelin’in didişmelerini gösterdiği için 'sessiz sinema' sahneleri sevimliydi. Ömer’in Elif yüzünden bozulan
konsantrasyonu, her fırsatta Elif’e romantik bakışlar ve laf atması, Teletabiler gibi elele tutuşup, "Ömer Elif’i
seviyor, Ömer Elif’i seviyor” diye haykırma coşkusu yarattı. Sessiz Sinema
başka bir operasyonla bozulmadan önce mutfaktaki öpüşme sonrasında, mekâna uygun
başka hayallerim olsa da Türkiye’de yayınlanan bir dizi olduğu aklıma geldi ve
hemen sildim o düşünceleri.
Gelelim bölümde gözüme çarpan eksiklere. Her ne
kadar bölüm sonunda Ömer Metin’i yakalamış gibi dursa da bence Metin kendini
yakalattı. Ömer, Nilüfer ile konuşması
sırasında öğrendiği bilgi ile Metin’i bulacağını düşündüğü daireye gitti.
Gitti de, Metin o kadar saf biri mi, neden daireyi Fatih Dündar adına
kiralasın? Adam karısı ile konuşurken hala farklı sim kartları kullanan biri, neden bu ayrıntı gözünden kaçmış olsun? Diğer bir nokta, Ömer’in
operasyonu ilerletmesi sonucu Sibel’in kurye kimliği de deşifre oldu ve o
kimlik altındaki hesapları donduruldu. O hesaplardan biri ortak hesap ve Sibel’in
annesinin adına. Polis nasıl olur da o hesaptan Tayyar Dündar Vakfı'na ulaşamadı?
Sezon finali olsa böyle bitmezdi.
Bu bölüm sezon finaline yakışır heyecanda ve tempoda
geçti. Pek çok kere söyledim, sürekli tekrar eden aşk sahneleri yerine daha çok aksiyon eklendiğinde bölüm tadından yenmez oluyor. Bu bölüm de öyle idi. Aşk, entrika, dram ve aksiyon dozunu dengelemek zor elbette, ama 120 dakika içinde uzun uzun romantik bakışmalar yerine, kaçma kovalamalar, karşılıklı satranç oynarmış gibi biribirini tartan düşmanların konuşmaları, gizemler olunca bölüm daha hevesle izleniyor. Darısı diğer bölümlerin başına artık.