Her ne kadar, başta tıpkı Bedia
Hanım gibi “Boşansana bu adamdan, bu inat niye?” desem de, hiçbir zaman kendi
ayakları üstünde durmamış ve buna hiç ihtiyaç duymamış olan Süreyya’nın
çekincelerini artık anlayabiliyorum. Yine de Bedia Hanım’ın düşündüğünün
aksine, “Korkunun ecele faydası yok.” sözü doğru aslında. Ecele "faydası" yok,
zira fayda olumlu bir anlam taşır. Anlatım bozukluğu yaptınız orada, gözümden kaçmadı. (Açık öğretim Türkçe dersine hoş geldiniz!) Korku, eceli değiştiremez veya yok edemez. Ancak korkunun ecele "etkisi" var. Çünkü korku öyle bir
şey ki insanın içini kemirir, zamanla tüm hareket alanını kısıtlar. Ve esas bu
ürkeklik, bu hareketsizlik insanı öldürür.
Çok sevdiğim bir söz vardır;
akıllı köprüyü nasıl geçeceğim diye düşünürken deli suyu aşarmış. Bazen gerçekten
de deli olmak, suyun içine bodoslama atlamak gerekiyor. Tamam, birden
atlayamayabiliriz ama hiç değilse kıyıdan kıyıdan girip suya alışmayı
denemeliyiz. Bedia Hanım da benzer bir şeyi söyledi aslında; asıl en korktuğunu
yapacaksın, düşünmeyeceksin, gözü kapalı atlayacaksın bazı durumlarda. Çünkü en
korktuğunun üstesinden gelirse insan, onu daha başka ne yıkabilir ki? Eh
üstesinden gelemezse de zaten başından beri farkında olmadan kendini
hazırladığı durumun içine düşmüş olur en kötü. Yine de bu yenilmezlik zırhına, “Artık beni asla yaralayamaz hayat eğer
istemezsem/Yıllar beni kolay yakalayamaz ben durup beklemezsem”* özgüvenine
sahip olmak için denemeye değmez mi?
Metin’in eline bıraktığı
hayatının dizginlerini geri almak aslında öyle çok da zor bir şey değil. Ne
kadınlar var, hiçbir dayanakları veya güvenceleri yokken hayata sıfırdan
başlamayı tercih ediyorlar; sırf aldıkları nefesi doya doya, özgürce içlerine
çekebilmek için. Üstelik Süreyya o kadar da yalnız ve çaresiz değil; çocukları
var, sağlam bir avukatla geri alabileceği mirası var. Ona bunları hatırlatacak
bir tetikleyici güç lazımdı ki, bu da Bedia Hanım vasıtasıyla Levent Bey oldu.
Levent Bey, Süreyya’ya özgüven ve cesaret yüklerken birazcık da anne şefkati
yükleyebilir misiniz acaba? Çünkü o kısmın da doldurulmaya çok ihtiyacı var.
Zira minik bir kız çocuğunun canı acıyor diye öteki çocukların da saçlarını
çekip onları ağlatmasını hoş karşılayamıyorum.
Piiiis Metin -.-
Metin gibi, en hafif tabirle,
kötü bir koca ve ilgisiz bir babaya dair harcayacak tek kelimem yok ama Işıl
için söyleyecek bir iki cümlem var. Ben Işıl ile hiç empati kuramıyorum ya!
Halbuki yaptıklarını onaylamasam da her şeyi kabul eden “çok aşık bir kadının”
durumuna üzülebilirim aslında, tabi bize iyi yansıtılabilse. Evli bir adamla
birlikte olmasını yargılama hakkına sahip değilim, ama dediğim gibi bunun
nedeni olarak aşkın yansıtılmasını tercih ederdim. Aşkına sahip çıkmak uğruna
her şeyi göze alan fakat bu arada yaşadıklarından dolayı zaman zaman üzülen ama
yine de yoluna devam eden bir karakter olsaydı izlemesi daha keyifli olabilirdi
benim açımdan. Bu haliyle, bence sadece sığıntı ve yüksek sosyetede kendine yer
açmaya çalışan vasıfsız bir insan gibi duruyor ve bu da karakteri benden fersah
fersah uzaklaştırıyor.
Son söz olarak; dizinin kare ası
gençlerin dostluklarını da aşklarını da başından beri pek bir seviyorum. Kerem
zaten bay doğru. Ama bu doğruluğu hiç yapay gelmiyor bana. Cansu’ya da, bilhassa
annesi onu ailenin çirkin ördek yavrusuymuşçasına ötelediği zamanlarda,
sarılasım geliyor. O merhametli yüreği ve sevilmeye hasret kız çocuğu bunları hiç hak
etmiyor. Ece ve Mert’in ise resmen şeytan tüyü dedikleri cinsten tuhaf bir büyüsü
var. Ece’nin içtenliği ve doğallığıyla, Mert’in samimiyeti ve çekiciliği
birleşince ortaya şahane bir enerji çıkıyor. Cansu ve Kerem(KerCan mı diyeceğiz
cadde çocuğu ismi gibi yoksa bankeri andıran CanKer mi?) ilişkisi hikayenin
romantik ayağını oluştursa da Ece ve Mert’e de insan kapılmadan edemiyor. Bir çift
daha romantik, diğer çift ise daha eğlenceli oldukları için ikisi de farklı
lezzetler katıyor hikayeye. Tabi bu lezzetleri en uygun sofrada servis eden
yönetmen Metin Balekoğlu’nun da hakkını vermek gerek. Bu arada Mert karakterini
canlandıran Mehmet Ozan Dolunay’ı bir tek ben mi Burak Sağyaşar’a benzetiyorum
acaba?
*Sertab Erener, İncelikler
yüzünden