"Yüksek Sosyete" bana kalırsa bu
yaz başlayan dizilerin arasındaki en farklı işlerden biri. Zaten aldığı
reytingler de bunu gösteriyor. Diğer yaz dizilerinden daha geniş bir kitleye
hitap etmesinde, gençlerin hikayesini anlatmasının yanı sıra, kurduğu yetişkin
çatışmasının da payı büyük. Her ne kadar başlangıçta bu iki dünyanın birbiriyle
kaynaşamamış olmasından, iki ayrı dizi gibi durmasından yakınmış olsam da yavaş
yavaş bu his kayboluyor ve ben yetişkin dünyasının içine de girmeye başlıyorum.
Bu durumun baş mimarı da benim
için Zuhal Olcay’dır. Evet, kendisine karşı bir zaafım olduğu ve bu nedenle de
dizinin kadrosunda onu gördüğümde epey sevindiğim doğrudur. Ancak, bu zaafım
sebebiyle gözümde +1 ile başlayan Süreyya Koran karakteri; kızlarına karşı
sertliği ve bunun aksine kendisini ezen kocasına karşı yumuşak başlılığıyla hayal
ettiğim kadından hayli uzak bir profil çizdi. Bu onursuzluğu, devamlı
aşağılanmayı, Işıl’ın hadsiz sözleri ve tavırlarını sineye çekmesi sinirimi çok
bozuyordu. Mutsuz evliliğinin acısını çıkartmak için kurban olarak Cansu’yla
Begüm’ü seçmesi ve her fırsatta onları da mutsuz etmeye çalışmasını da üstüne
ekleyince bendeki kredisini çok çabuk kaybetmişti maalesef ki. Ancak ilk defa
bu bölümde Bedia Hanım ile dertleşmesi sırasında kendisini duydum ve anladım.
Zaten bana bu satırları yazdıran da işte bu kadın dayanışması sahnesi oldu.
Aldatılan kadınların kocalarından
boşanmama nedeni olarak “Ben zaten mutsuzum, boşanayım da ‘o kadını’ mı
sevindireyim?” hırsına kapılmalarına hiçbir zaman anlam veremedim. “Seviyorum,
kabul ediyorum.” bile daha makul bir açıklamadır, yargılayamam. Çünkü burada
hiç değilse kişinin kendi hislerini düşünerek aldığı bir karar var. Ama
öbüründe kendi hislerinden çok, karşı tarafta yaratacağı tahribatı hesaplamak,
bu sırada kendi hayatını denkleme hiç katmayarak heba etmek söz konusu.
Süreyya’nın da hem bu içgüdüyle, hem de kocasının zenginliğinden vazgeçememesi
sebebiyle boşanmayı düşünmediğini sanıyordum. Yanılmışım…
"İncindim, incitildim derinden... Terk ettim kendimi."*
Evet, Süreyya yıllar içinde
edindikleri serveti bırakmak istemiyor; ama bunun sebebi zenginlikten
vazgeçememesi değil, o servetin ailesinden gelen mirasın üzerine kurulmuş
olmasıymış. Kocasının o servetin üstüne koyarak bir yere gelmesi ve o geldiği
noktadan bakarak Süreyya’yı aşağılaması cidden çok can acıtıcı bir durum, kabul
edilir şey değil aslında. Bu yüzden sanırım ben de olsam edinilen birikimleri
gümüş tepside ona sunarak hayatından çıkmazdım. Ama Süreyya’nın aksine bir
şeyleri kaybetmemek için durumu kabullenmek yerine, hem kendi hayatımı kurmak
hem de hakkım olanı almak için mücadele ederdim. Bunu bir hırs savaşı veya ego
tatmini olarak görmüyorum. Kişinin hakkı olan bir şey söz konusuysa ve bu
hakkın alınması için bir çaba göstermek gerekiyorsa, kötülüğe bulaşmadan, o
çabanın sonuna kadar gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Bazen gerçekten de
hak verilmez, alınır!
Öte yandan bu durum, işin
yalnızca bir yüzü. Bedia Hanım ile dertleşmelerinden şunu anladım ki; her ne
kadar dışarıya karşı güçlü, kendinden emin ve özgüvenli bir kadın rolünü oynasa
da, aslında Süreyya kendi içinde ürkek ve sevilmeye hasret bir kız çocuğu. “Bir minicik kız çocuğu bak duruyor orada
hala/Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa…”* Bu açıdan biraz da Cansu ile
benzeşiyorlar. Farkları ise; Cansu’nun zaten küçük bir kız çocuğu olduğunu
kabul edişine karşın Süreyya’nın bunu saklamak için kendine maskeler takmış
olması. Metin’in yalan yere yaptığı jestlerin onu sahiden mutlu ettiğine
inanmıyorum açıkçası. Değiştirmekten korktuğu mevcut düzenin içinde hayatına devam
edebilmek için kendini kandırıyor, maskelerini kullanıyor sadece. Yoksa
dünyanın bütün çiçekleri birleşse bile, sahiden kırılmış bir kadının kalbini
tedavi edemez. “Gururumu kurtardım.” avuntularıyla idare etmeye yeter yalnızca.