Bazen bazı şeyleri kabullenmek
için kaderci olmakta fayda var. Musset’den alıntı yapan Ömer de “Havayı geldiği
gibi, rüzgarı estiği gibi, kadını olduğu gibi kabullenmek gerek.” demişti bir
keresinde. (Hakkını vermeden sarfettiği büyük büyük sözlerin yanına bunu da
yazalım lütfen!) Derin bir nefes alıp, yaşananları kabullenerek yola devam
etmeden önce de benzer şeyleri söyleriz ki bu hafta herkesin dilinde aynı cümle
vardı; hayat böyledir! Bu kült bir ifadedir, her dilde mevcut; life is life,
c’est la vie! Sözde bu kadar kolay kabullendiğimiz hayatın içindeki esnemeleri,
kırılmaları, yıkılmaları ve yeniden ayağa kalkmaları ise özde öyle çabucak
sindiremeyiz. Halbuki o kırılmaları kısa sürede sindiremesek de hayatın içinde
kırılma anlarının olabileceğini baştan “kabullenmek” gerek diye düşünüyorum. Bundan
kaçınmak ancak hayatı hiç yaşamamakla olur ki bu da bir tercih meselesi. Ama
madem yaşıyoruz gardımızı alıp, kendimize korunaklı alanlar inşa etsek de bazen
yara almamız kaçınılmaz. Çünkü tek başımıza yaşamıyoruz. Yaralanma ihtimali
olduğunu bilerek ilkyardım çantasını yakınlarda tutmakta fayda var.
Esas sorun da Ömer’in bu hayat
gerçekliğini kabullenemiyor oluşu. Bu öyküde aslında Defne ile Ömer’in
arasındaki engel kiralık aşk oyunu değil. Defne gibi söyleyeceğim ama engel
sensin Ömer! Defne’nin hatalarına, söylediği yalanlara, çevirmek zorunda
kaldığı dolaplara hiçbir zaman gözümü kapatmadım. Bunların bir hata olduğunun
bilincinde olarak altlarında yatan nedenleri anladığım kadarıyla ortaya koymaya
çalıştım. Ve Defne’nin tüm bu yaptıklarının, Ömer’in sert mizacını sık sık tetiklediğinin
de farkındayım. Ancak Defne’nin bu sır yüzünden yaptığı ve ilişkilerine zarar
veren her türlü davranışı bir süreliğine ikili ilişkilerinde yok saydığımız zaman, Ömer’in her şeyden ve herkesten bağımsız olarak zor bir karakteri
olduğunu kimse inkar edemez. İşte bizim en büyük sınavımız bu karakterle.
Yüzükler elimizde, çaydanlık çantamızda. Biz gideriz ormana hey ormana!
Hayatta yaşanan acılar,
kırılmalar iyi ya da kötü benliğimizde bazı etkiler uyandırır, bazı değişimlere
yol açar. Ama haftalardır yaşanan süreçte bir miktar da olsa dönüşüm
geçirdiğine inandığım Ömer’in, şu geldiğimiz noktada böyle bir kırılma
yaşamadığını görüyorum üzülerek. Tüm o süreç, üzerinde hiç etki göstermemiş
sanki. Her büyük büyük sözler verdiğinde “Değişti, aşk onu dönüştürdü.” diyordum
ama o son sahnede Defne’ye söylediklerinden benim anladığım şu ki; 23.bölümde
“güvenmiyorum!” diye çekip giden Ömer zerre değişmemiş, hâlâ aynı katılıkta,
hâlâ aynı kestirip atmacılıktaymış. Yaşananlardan hiç ders almamış. Koray’ın
dediği gibi buz şelalesi olsaydı, o bile küresel ısınmadan nasibini alır da bir
nebze olsun erirdi.
Ömer’in o kavgada söylediği çoğu
söze kendi adıma kırıldım ve onlara da sıra gelecek. Ama uzun vadeye dair beni
en çok umutsuzluğa sürükleyen; Defne’nin Ömer’e hayattaki siyahla beyaz
arasındaki renkleri, o renklerin tonlarını gösterdiğine, ona sıcak iklimler
getirdiğine inanırken, Ömer’in kötü anlarında, hayatı hâlâ daha sadece siyah ve
beyazdan ibaret gördüğünü öğrenmek oldu. Bu nedenle de tüm bu yaşadığımız
sürecin hiçbir işe yaramamış olmasının hayal kırıklığı kalbimde yuva yaptı.
Demek ki Ömer tüm yaşadıklarına rağmen, Defne’nin kendi hayatında kabullendiği
ve daha 10.bölümde söylediği “İnsanlar hayatta gayet dik durabilirler. Ama bazı
zorunluluklar onları alıp hiç istemedikleri karmaşık şeyler yapmak zorunda
bırakabilir.” ihtimaline zihnini hiç açamamış.
Üstelik daha da acısı, algıladığı o tek boyutlu ve iki
renkli dünyada, o bembeyaz Defne’yi siyahların arasına yerleştirmiş olması.
Ömer’in içinde herkes için tutunabilecek bir anlayış dalı vardı. Amcasını
anladı, Neriman da yengesi işte, yapar böyle şeyler. O çok kızdığı dedesine
bile hak verdi. Her şeyi geçtim, Defne’ye “kötü niyetle” alenen kötülükler
yapan ve bu yaptıklarından pişmanlık duymayan, özür bile dilemeyen Sude’yi dahi
affetti! Neymiş, Sude Hanım’ı başarı iyileştirmiş! Yarın öbür gün bir
başarısızlıkta eski haline dönüp kötülüklerine devam etmeyeceğinin bir
garantisi olmamasına rağmen iki kuzen anıları yad edip, içlerindeki çocukların
çok çabuk kırılmasından bahsedebildiler.