Üç hafta önceki yazımda, anlatmaya soyunduğu dönemin doğası
gereği Kösem’in hikayesinin
Aşk-ı Derûn’da olduğu gibi – en azından ilk
sezonunda – pembe dizi formatı üzerinden kurgulanmaya aslında ne kadar ters bir
dizi olduğundan ve buna rağmen tahminen seyircinin gözünü korkutmamak, ilk
dizide olduğu gibi mümkün mertebe kadın seyirciye oynayarak reytinglerde
aradığı desteği bulabilmek için bu formata sıkıştırılmaya çalışılmak durumunda
kalmasının nasıl da tam tersine dizinin aleyhine işlediğinden bahsetmiştim. Çünkü
yayına başlamadan önce izlediğimiz tanıtım teaserları bizlere çok daha farklı
şeyler vaadederken, dizinin kendisi yine harem ve kadınların odağındaki pembe
dizi entrikaları şeklinde ilerlemeyi seçen, buna rağmen ilk dizinin aksine
tasarladığı karakterlerin her biri birbirinden sevimsiz, kötücül, hikayesi de
pembe dizilikle hiç ilgisi olmayan bir karanlıkta olduğu için olması gereken
şeyle ortaya çıkan ürünün birbiriyle çatışarak seyirciyi ne beklemesi ve diziyi
hangi gözle izlemesi gerektiği konusunda devamlı ikilimde bıraktığını yazmıştım.
Bu hafta izlediğimiz 26. bölüm işte bu tezin bir sağlaması gibi oldu. Karanlık,
kötülük, zalimlik resmen dizinin paçalarından aktı.
Dikkat, RTÜK çıkabilir! Kızgın demir tene değmeden görüntüyü hemen buzlamak lazım.
Aslında 26. bölümün bir Kösem bölümü olarak “-mış gibi”
yapmayı boşverip bu kadar fütursuzca karanlık olmayı göze alması belki takdir
edilecek bir şey ama maalesef bu tercihi yapmak ve hikayeleri bu şekilde
anlatmak için vakit artık o kadar geç oldu ki, haftalar boyunca uzadıkça uzayan
Handan Sultan – Derviş Paşa romantizmi ya da bir sürü gereksiz harem kurgusuyla
dünya kadar vakit kaybedildikten sonra asıl anlatılması gereken olaylar,
bitmeden önce diziyi toparlayabilmek adına iyiden iyiye hızlandırılarak şu son
birkaç bölüme tıkıştırılmak durumunda kaldığı için resmen bir senaryo
faciasıyla karşı karşıya kaldık. Kimse alınmasın gücenmesin ama Kösem macerası
adına yirmi altı bölümün en kötü senaryosu, en kötü karakter tasarımları ve
inandırıcılıktan en uzak hikaye akışına tanık olduk.
Şu hayattaki en büyük mutluluk ne, biliyor musun Menekşe? Bir anne olarak kendi çocuklarının hayatlarını kurtarmaya çalışırken başka annelerin çocuklarını öldürüp, onların acı çekmesinden delice bir zevk almak ^^ Kahvemi getir de içeyim hadi. Boğdurduğum şehzadelerin ruhuna değsin.
Kendi adıma bu bölümle birlikte dizinin senaryosu artık
mantıklı çıkarımlar yapmak ve bir şeyleri hakkıyla anlamlandırabilmek
noktasının ötesine geçti. Bir anda 5. vitese takılmış ve yokuş aşağı
bırakılmış, nereye çarpacağı, nerede duracağı belli olmayan kontrolsüz bir dizi
konumuna geldi gözümde. Tek varlık sebepleri, bünyelerinde barındırdıkları tek
duygu durumu adam öldürmek, hem de bunu son derece büyük bir keyifle, yüzleri
gülerek, yaptığı kötülüklerden zerre kadar rahatsızlık duymayarak, dünyanın en
normal işiymiş gibi yapan tek boyutluluğun, karikatürlüğün, fantastikliğin son
raddesinde hepsi birbirinden iğrenç kişiliklere sahip bir kötü karakterler
ordusu var artık bu dizide, başka hiçbir şey yok. Raninitv yazarı June’un geçen
haftaki yazısında çok haklı bir şekilde yakındığı gibi, bir anne başka bir
annenin çocuklarının ölmesinden ve o acıyı çekmesinden yüzünde güller açacak
şekilde keyifle bahsedecek noktaya gelebilmişse bu dizide, yansın yıkılsın
zaten o saraylar, o saltanatlar.
Püfff...Hep sizin istediğiniz kavukları takıyorum validem. Kadırga şeklinde kavuk yok mu hiç?:(
İlk saltanatında tahtta sadece üç ay kalabilmiş olmasından
dolayı 1. Mustafa’nın saltanatının dizide uzun uzadıya işlenmeyeceği zaten
belli olan bir şeydi. İki, bilemediniz üç bölümde tahttan indirilecek ve yerine
Şehzade Osman çıkartılacak diye bekliyordum zaten, öyle de olacak. Önümüzdeki
hafta Mustafa’nın zaten hiç göremediğimiz saltanatı bitecek ve yerine Osman
tahta çıkacak. Buna rağmen adı
“Divane Padişah” olan 26. bölüm – senaryo
hızlandırılmak durumunda kalmış olsa bile – vaktini o kadar çarçur eden,
Mustafa’nın saltanatını az da olsa gösterme şansını o kadar kötü bir şekilde
tepen bir bölüm oldu ki, üzülmekten öteye basbayağı öfkelenmemek elde değil.
Senaryoyu hızlandırmak başka şey, hızlandırmak adına büsbütün tutarsız ve
inandırıcılıktan uzak bir hale getirmek başka şey. Raninitv’de geçtiğimiz gün
yayınlanan haberle birlikte artık dizinin
Muhteşem Yüzyıl Kösem adı altında
30. bölümüyle birlikte ekran yolculuğunu sonlandıracağını öğrenmiş bulunuyoruz.
Zaten Sultan Ahmet döneminde yaşanan 11 yıllık zaman atlamasından beri
senaryonun hızlandırılmasından mütevellit duyma ihtimalinden korktuğumuz bir
haberdi bu. Velhasılı duyduk da. Buna rağmen finalden önce elde bulunan on
bölümün dolu dolu kullanılmasını ve hızlandırılmış olsalar da hikayelerin
mümkün mertebe en eksiksiz şekilde anlatılmalarını beklemek hakkımızdı.
Balıklaaaaarrrr...Altınla beslenecek balıklar...Pinhan Ağa haklıymış meğer. Ama Pinhan nerede hani? Nerede Pinhan? :(
Bölüm bize Mustafa’nın divaneliğini, bunun saray ve Osmanlı
ahalisi nezdinde iyiden iyiye görünür hale gelmesini ve bir padişah olarak durumunun
ibret verici halini izletmektense, en fazla dört-beş bölüm önce seyrettiğimiz
için zaten hepsi gayet iyi hatırımızda olan bazı eski sahneleri, flashback adı
altında hem de bütün olarak tekrar tekrar izletmekle vakit kaybetmeyi tercih
etti. Hiçbir gereği olmayan, uzatıldıkça uzatılan en sondaki slow-motion
sahnelerle kaybedilen zamanı zaten hiç saymıyorum. Neresinden bakarsanız bakın
15-20 dakikası bomboş yere harcandı bu bölümün. O flashback sahnelerini tekrar
izlemekle vakit kaybedeceğimiz kadar, cellatların şehzadelerin tepesinde ağır
ağır salınmalarını izleyeceğimiz kadar üç-beş tane iyi yazılmış sahneyle
Mustafa’nın padişahlık koltuğundaki deli hallerini, validesi Halime Sultan ve
Davut Paşa’nın elinde oyuncak olmasını, bu durumun saraydaki devlet erkanı ve
Osmanlı ahalisi üzerindeki etkilerini izlesek, ondan sonra Cuma selamlığında
Mustafa’nın iyice delirmesini izleyip ibret alsak, adının hakkını veren çok
daha muazzam bir bölüm olmaz mıydı şu bölüm? Dizinin başından beri özenle
yaratılan Mustafa karakterine de Boran Kuzum’a da Pinhan Ağa olarak bir anda
kadrodan çıkartılan Ahmet Varlı’ya da kelimenin tam anlamıyla yazık oldu.
Gider: Pinhan Gelir: Osman...
Pinhan Ağa’nın diziden sessiz sedasız çıkartılmış olması da
aslında bir mesajdı. Yapım ekibi bize dedi ki, “Mustafa’nın ikinci saltanat
dönemi falan olmayacak artık, beklemeyin.” Mustafa’nın saltanat dönemlerini
izlemeyi Pinhan Ağa karakteriyle bağdaştırmak saçma gibi görünebilir belki ama aklını
kaybetmesinden bu yana ezeli baş belası olan Pinhan Ağa’yı kaybetmiş bir
Mustafa demek, tahttan indirildikten sonra bir daha ekranda görünmeyecek bir
Mustafa demek bir anlamda. Halime Sultan’ın hazırladığı ilaçlar tesirini
gösterdi de Pinhan Ağa bu yüzden ortadan yok oldu desek o da inandırıcı değil.
Zira şizofreni hastalığının doğası gereği kullanılan ilaçlar düzenli alınmadığı
zaman sanrılar hiç gitmemiş gibi geri dönüyorlar. Hatta zaten belki hiç
geçmiyorlar ve hasta onlarla yaşamayı öğreniyor. Buna rağmen Pinhan Ağa’nın
senaryodan çıkartılmış olması, Mustafa’nın da peşi sıra çıkartılacağı anlamına
geliyor olmalı. Halbuki dizinin en orijinal buluşlarından, en güzel senaryo
hamlelerinden biriydi Pinhan Ağa. Haddinden fazla kullanıp tadını kaçırmış
olmaları tamamen diziden çıkartılması için bir sebep olmasaydı keşke. Ben
ileride Mustafa ve Pinhan Ağa’nın aynı bedende birleşeceği ve Ahmet Varlı’nın
yetişkin Mustafa olarak tahta çıkacağı şeklinde oldukça orijinal bir hikaye
kurulumu bekliyordum ama dediğim gibi o ikinci saltanat dönemi zaten olmayacak
anlaşılan.