● Yine de bu demek değil ki, telefonla konuşurken bir takım Ömer bey’lerin ağzından girip burnundan çıkan bir takım Defne hanımlara bayılmıyorum. Şahaneler. Ama aynı şahanelikte bulduğum bir diğer şey de, kırıldıklarında bu kadar gerçek, bu kadar büyük büyük, dolu dolu kırılabilmeleri. Hayır, yanlış yazmadım. O sahne belki öyle bitmeyi hak etmiyor, ama o noktada hala doğrular değil geçiştirmeler konuşuluyorsa, o sahnenin tam olarak da öyle bitmesi gerekiyor. 

● Ömer ve Defne’nin birbirlerini ne zaman kırdıklarını, birbirlerinin sınırlarını ne zaman çiğnediklerini, ve böyle zamanlarda bile birbirlerine hak verebilir hale gelmiş olmalarını seviyorum. Nihan’la konuşurken pat diye telefonu alıp aslında kağıt üstünde son derece ayıplı bir davranış  sergileyen Ömer’i anlayabiliyor Defne, çünkü kendi ayıplı davranışını da farkında. Ona düzgün bir veda bile etmeden evine bırakan Ömer’i de anlıyor Defne. Büyük ihtimalle, orada Ömer’i anlayıp hak veremeyen her bir kadın için de anlıyor. 

● Fakat birbirlerinin dünyalarına dahil oldukları anlara bahşedilen kıymet ise beni ekseriyetle üzüyor. Defne’lere oturmaya buyur edilen Ömer’e iki kelam bile edilmeden dizi izletilmesi mi gerekiyor? Gençlik yıllarının mühim bir kısmını ustasının dükkanında yatarak geçiren Ömer’in aslında hiç de yabancı olmadığı, normal şartlarda gayet rahat da edeceği mahalleye geldiğinde, onun için kurulacak cümlenin “harcanıyor Ömer benim yanımda, harcanıyor yazık” mı olması gerek? Benim bildiğim Ömer aslında Defne’nin dünyasında hiç de harcanmıyor; ama bu sahne onların aslında var olan uyumlarını en fena şekilde harcıyor. 

● Konduramadığım bir diğer şey de sanırım ani duygu geçişleri. Hatta kimileri için, ani kişilik değişimleri. Örneğin, İso’nun Yasemin için söylediği “kendime kastım olmasa bu kadar severken bırakır mıydım?”ı bana büyük geliyor; çünkü bu söz aynı kişiden ayrılırken “sana kızgın değilim, kırgın değilim, ben sana hiç bir şey değilim” diyen birine çok fazla ait olamaz gibi geliyor. Yasemin’in tavrının İso’da Yasemin’e var olan şeyi bitirdiğini yaşadığımızı düşünüyorum ben, haftalarca, ve bu bana ya benim yanlış gördüğümü, ya da her şeyin fazla ani değiştiğini, veya doğrudan fazla “değiştiğini” gösteriyor. Aşk acısını anlayabilirim, ama benim anladığım böyle bir aşk acısı, zamana daha farklı biçimde yayılır. 

● Deniz’in aşka düşmesi de öyle. Aşkın apansız geldiğine itirazım zinhar yok. Ama Deniz gibi sivri bir adama gelen aşkın, onda daha fazla “inkar”, kendi içinde daha fazla “mücadele” yaratmasını beklerim. Kadını daha ziyade bir meta olarak ya “çok enteresan” ya da “çok sıkıcı” görenden başka bir boyutunu izlemediğimiz Deniz Tranba’nın, bir sabah Croque Mösyö hazırlayan aşık adama dönüşmeden önce aşka düşme hali ile daha fazla kavga etmesini beklerim. Sude’de vurulduğu şeyin capcanlı ve doğal olması ise beni daha bile fazla benden alıyor. Yine de, bu ilişkinin ”kötü kötüyü çeker” kalıbından farklı bir kalıp içinde ilerliyor olmasını enteresan bulmuyorum desem yalan olur... Hatta çok zorlarsam, başka hiç bir şeyi için değilse bile, Sude’nin Sinan inadından vazgeçmesine vesile olması sebebiyle bile başımın üzerine alıp kabul edebilirim belki. Hayırlısı.

Hayırlısı... çünkü bu noktada söylenebilecek tek doğru kelime. 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER