Dizilerde artık yakınlaşma
sahnelerinin de büyük ölçüde kısıtlandığı ve çoğu dizinin bu sahneleri
“internet özel” başlığı altında sosyal medyalarda yayınladığı bu zamanlarda,
Muhteşem Yüzyıl’ın vazgeçilmez tarzı olan ve Kösem’de daha az görmeye mecbur
bırakıldığımız oryantal ve estetik sahnelerin ve büyülü halvetlerin yokluğunda;
Kösem ve Ahmed’in “şiirsel” bir anlam taşıyan gerdeği sanırım bulunabilecek en
iyi çözümdü. Fazla ateşli gösterilemeyen bu sahnelerin dünkü bölümdeki gibi
kurgusal bir yaklaşımla şiirsellik yönünü arttırmakla bir nebze Muhteşem
Yüzyıl’ın klasiği öldürülmeden yaşatılmaya çalışıyor. Ancak biz artık ne Muhteşem
Yüzyıl’ın ilk tanıtımında, Süleyman’ın arkasında, tüller ardındaki hatun gibi
bir sahne, ne de Selim - Nurbanu’nun tekne fantezilerine şahit olabileceğiz…
Gelelim son sahneye… Ahmed’in karlı
bir sabah hayata Kösem’in kollarında gözünü yumduğu ve iki aşığın ilk karşılaştıkları
yerde birbirlerinden ayrıldığını izlediğimiz; ayrıca Ahmed’in Kösem’e
“devletini, çocuklarını ve tahtını” emanet ederek “Sen herkesin Kösemi’sin”
dediği duygusal bir final sahnesi izledik. Bölüm boyunca yapılan flashback
sahneleriyle “Ahmed gerçekten on üç sene yaşlanmış!” dedim… İlk bölümdeki o
çocuk yüzlü, karamsar, korkak gencin yerini olgun, otuzlarına yaklaşmış ve
cihan padişahı olmuş bir hükümdar almıştı… Ekin Koç gerçekten de Sultan Ahmed’i
enfes yorumladı. Belki de Muhteşem Yüzyıl’ın ilk 25 bölümünde izlediğimiz
Sultan Süleyman’dan daha etkili bir form oluşturdu; kim bilir… Belki atadan
gelme kuralları değiştirmeye çalışıp ne olursa olsun kardeşine kıymadığı için
sevdik onu ama şüphesiz Sultan Ahmed, Ekin Koç’un muazzam yorumuyla hep hatıralarda
kalacak bir karakter oldu.
Yazılarımı sürekli takip edenler
bilir… Kösem Sultan’ın Beren Saat’in gelişiyle çizilen hızlı yükselişiyle
birlikte büründüğü iticilik duygusunu yok edecek ilk basamağın Sultan Ahmed’in
ölümü olduğunu ve bu sahnenin Kösem üzerine kurulan iticilik hissiyatını yok
etme açısından muazzam bir fırsat olacağını söylemiştim. Zira belki de on
yıllarca didinse elde edemeyeceği güce birkaç yılda ulaşmıştı Kösem… Sırtını
büyük bir çınara dayamıştı ve o çınarın devrilişiyle bir “hiç” olacaktı. Tüm
iktidarı, ihtişamı, gücü, hatta kulaklarında, Mısır’ın bir yıllık vergisine eş
değer küpelerin (günümüzde dehşet ötesi bir meblağa eşit oluyor) hakimiyeti
bile elinden alınacaktı. Kısaca Sultan Ahmed’in son nefesiyle birlikte Kösem’i
“Kösem” yapan her şey aniden çökecek ve sıradan dul bir hasekiye dönüşecekti.
Haliyle bunun ekrana da bu duyguları verecek şekilde geçmesi gerekiyordu.
Kösem’in tepkisi izleyici nazarında öyle vurucu olmalıydı ki seyirci o vurguyla
Kösem için ileride oluşacak çukurun derinliğini fark edebilmeydi… Kösem öyle
bir haykırış savurmalıydı ki, öyle bir gözyaşı dökmeliydi ki biz onun sadece
kocasını değil onu Kösem yapan her şeyi kaybedişini hissedebilmeliydik… Lakin
olmadı! Bir seyirci olarak zerre duygu alamadan (en azından Kösem tarafından)
kalktım ekran başından ve o sahnenin büyüsüne vakıf olamadan duygu yarımlığına
büründüm. Bir gözümden akan yaş yanağımda dondu ve buz kesti.
Neyse efendim, biz yine defalarca perde açıp kapatmaya
devam ediyoruz. Ama artık Muhteşem Yüzyıl’da izlemediğimiz ve haliyle kopyala
yapıştır sahnelerinde olamayacağı ve tamamen dönemin karanlık ve Osmanlı’nın
dehşet dönemlerinin başlayacağı kapı aralanacak 25. bölüm ile… Haftaya umudum
ve beklentim çok yüksek; nasıl ki bir saray baskını izlemediğimiz için 15. bölüm soluksuz geçmişti, aynı şekilde aynı soluksuz havanın haftaya da işlemesini umuyorum...