Zaman su gibi akıp gittiğine göre
hepimizin hayatı da onun içinden geçen nehirlerdir. Bazen gürül gürül çağlar,
bazen de debisi azalır veya su bulanıklaşır. Ama “mademki bir ırmaksın, çağlayıp akacaksın.” der Faruk Nafiz
Çamlıbel. Bazen suyuna can katacak, ömrüne ömrünü ekleyecek bir aşk sayesinde
coşar sular. Yatağını bulmakta zorlandığında da aşk girer devreye. Çünkü
İso’nun dediği gibi; sevmek yönünü belirler insanın. İki nehrin karışmasıyla
çoğalan hayatlar kaynaşıp ne yöne akacaklarına birlikte daha kolay karar verirler.
Ömer de birbirine karışan iki
nehrin mutluluğa doğru akıp gideceğini vaat etti zaten. Abartılı hayaller
yerine net gerçekleri sundu gene. Ama bu sefer kulağa güzel gelenleri.;) Tadını
çıkara çıkara, özümseyerek “yaşayacakları” yeni bir hayatın başındalar; bazen
çakıl taşlarını neşeyle yuvarlayarak, bazen yükseklerden çağıldayarak, bazı
dönemeçlerde ise usulca akıp gidecek hayatları. O yeni hayatın başlangıcı da,
cevabı önceden verilmiş yeni bir evlilik teklifi ile yapıldı.
Ömer’in “sürprizi” için belki
daha büyük beklentiler vardı. Özel bir ambiyans yaratması, göz alıcı
atraksiyonlara girmesi bekleniyordu. Ancak bu “fazla beklenmedik olmayan
sürprizin”, doğal akışı içinde, doğal ortamında gerçekleşmesi güzel oldu bence.
Sade ve zarif; tam Ömer İplikçi style. Hani “Gurur ve Önyargı” kitabını İz’den
geri alırken Defne de tesadüfen oradaydı ve olayın doğal akışı içinde
kendiliğinden özür dilenmiş, Defne’nin gönlü alınmıştı ya o sahnenin
doğallığındaydı bu da.
Ve genç şövalye, prensesinin önünde diz çöker...
Doğa hazırlamıştı zaten onların
dekorunu, yıldızların o ışıklı fırçası değmişti her yere. Daha evvel, meşhur 15
Mart’ta, sadece Defne’nin ışığıyla aydınlanan o bahçe bu sefer ikisinin birden
renkleri ve ışığıyla aydınlanmıştı. Rengarenkti her yer, tıpkı büyülü bir masal
diyarı gibiydi; Ömer’in Defne’yi benzettiği papatyalar, “ortanca” kardeş
Defne’yi temsil ettiğine inandığım ve özünde “teşekkür” anlamını taşıyan
ortancalar, ileride birlikte yapacakları kahvaltılarda omletlere konacak fesleğenlerle
süslenmiş, pembesi moruna, kızılı turuncusuna karışmış bir masal diyarı…
Bahçeye konmuş kuş yuvası, akla
doğrudan “yuvayı dişi kuş yapar” atasözünü getiriyor. Gerçekten de o evi
yaşanılası bir “yuva” haline getiren Defne değil mi? “Bir evi yuva yapan, sevilen bir kadının eli ile sıcak kalbidir.”*
Defne, o eve asistan olarak girdiği andan itibaren küçük dokunuşlarıyla zaten
dönüştürmeye başlamıştı Ömer’in hayatını. Ama esas olarak oraya yerleştiği
zaman kendi turuncu devrimini kalıcı olarak gerçekleştirdi. Başlangıçta tek bir
saksıda getirilen bir minik çiçek büyüdü, yayıldı tüm bahçeye. Ömer’in Defne
ile renklenen ve canlanan hayatının bir yansıması adeta o bahçe. Ömer’in her
fırsatta sıkı sıkıya tuttuğu, şükranla öptüğü o bembeyaz eller güzelleştirdi o bahçeyi,
Defne’nin sıcacık kalbi ısıttı.
Veya Defne’nin kuş yuvası gibi
saçlarını temsilen konulmuştu o kuş evi, bilemiyorum. Ay yok, bu sefer inceden
inceye giydiremeyeceğim laflarımı doğrudan söyleyeceğim. O saçlar, o kıyafetler
ne mana? Çarşamba cadısı haller yakışıyordu ama bu bambaşka bir şey olmuş. Yani
sadece tost yapıp bıraksalar gene iyi, bir de fırçalayıp iyice tiftik tiftik
etmişler, yazıktır. Eh altına bir de hasta bakıcı kıyafetinden hallice bir
kostüm giydirilince, “televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayın, bir akıl
tutulması izliyorsunuz” diye bir uyarı yazılması gerekiyordu bence.
Yazı devam ediyor..