İstanbul’da veya Türkiye’nin fay hatlarının üzerinde konuşlanmış nice şehirlerinden birinde yaşayanlarımız bilir, ziyadesiyle. Deprem korkumuz ortaktır; ama bu korkuyla baş etmek için sığındığımız şeyler konusunda da bir kollektif hafıza, bir bilinç ortaklığı yaşarız. “Depremden değil, sağlam olmayan binadan kork” deriz ilk olarak. Mühim olan başınızın üstünde yükselen yapının temellerinin sağlam atılmış, ilk sarsıntıda dağılıp çökmeyecek şekilde inşa edilmiş olmasıdır. “Zemin sağlam mı?” da ikincisidir bunların. Çünkü “zemin sağlamsa, bir şey olmaz”dır. Deniz kıyısındaki “altı lapa, doldurma” olduğunu öğrendiğimiz evlerimizi, tepelerin üstünde yükselenlere taşımaya göz dikeriz çünkü altı kayadır, dolayısıyla sağlamdır; deprem görmüş geçirmiş ama köklerini güçlü zemine saldığı için, yıkılmamıştır.
Bu bana nasıl, nereden esti bilmem... “Şahane” bir bölümün “şahane” yazısına başlamanın formülü deprem midir; tartışılır, çok tartışılır hatta! Ama aylardır o sarsıntı senin, bu artçı benim sallanmalara doymayan evlerin kiralıkçıları olarak nihayet sağlam kaya üstünde evlere çıkmanın kıymetini de en fazla biz biliriz, değil mi? Kim bilir, kaçıncı kez sarsılırken, “bu sefer yıkılmıyoruz işte!” diyebilmenin o benzersiz hissini bizden gayrı kim anlar?
Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var, tabii ki ben böyle olduğum için bahar! Bizim böyle olmamızı bilmem ama, bunun suya düşen cemreyle çok ilgisi olduğu sanki aşikar... Bir cemre düşüyor ve sadece suyu havayı, toprağı ısıtmakla kalmıyor, bir rüzgar olup esiyor ve orada birilerini, hiç gitmediği yerlere sürüklüyor, fark ettiniz muhakkak. Orada mutlular mı bari? Çok.
Peki biz? Bahar geldiğinde mi böyle oluruz yoksa böyle olduğumuzda mı gelir bahar? Bence biz, 120 dakikalık bir Kiralık Aşk bölümü izlemek için oturup, karşımızda kalp tekleten, aklımızı çağrışımdan çağrışıma, kalbimizi bir duygu selinden ötekine uçuran bir “her şeyin özeti”ni bulduğumuzda böyle oluruz. Bahar gelmiştir, ayaklar yerden kesilmiştir. Freni tutmayan bir araçla son hızla gidiyoruzdur; korkarak, titreyerek uçurumun kenarında inip “ben varım” diye bağırıyoruzdur ama korkmak yoktur bu kez çünkü arkamızdan binlerce “ben eminim” yankılanıyordur.
Hani duymak istediğimiz bazı şeyler vardı ya, görmek istediğimiz ama “bunlar da tozlu raflara mı mahkum kaldı” dediğimiz bazı detaylar... İşte onlardan belki çok daha fazlasını gördük bu bölüm. Ömer’in kasaba, berbere değil hayatta en kıymet verdiklerinin başında gelen ustasına “Evleniyorum” deyişini mesela... Bu kez soğuk et dolabıyla yarışan tedirgin edici bir serinlikle değil tavşan kanı çay gibi sıcak sıcak, dolu dolu olarak... Çünkü Ömer’in ustasına, dolayısıyla da kendi kendisine bu konuda gerçekte ne dediğini duymaya ihtiyacımız var.
En büyük zaafı güvenememek olan adama neredeyse koşulsuz güvenmeyi seçmiş ve duyacaklarını zaten adı gibi bilen benim gibilerin bile Ömer’den, Ömer’in artık “güvenmeyi” seçtiğini, onun için de yepyeni ve tekinsiz olan sokaklara dalmaktan korkmadığını çünkü insanın kalbinin eşini bulmasının zamanlardan, mekanlardan ve tüm soru işaretlerinden ötede olduğunu anladığını duymaya ihtiyacı var.
Yazı devam ediyor...