Deniz fenerleri denizciler için
çok önemlidir. Gündüzleri varlıklarıyla, geceleri saçtıkları ışıklarıyla
yakınlarından geçen takaların, gemilerin yollarını bulmasına, rotalarını
çizmesine yardımcı olurlar. Hiç değişmeyen konumları sayesinde oldukça güvenilirdirler,
seyir halindeki denizciler için. Geçmişte izlediğimiz Ömer, kendini duvara
çizdiği bir yelkenli ile ifade etmişti Sadri Usta’ya. Peki deniz fenerini
anlatan bu cümleler, “koskoca denizde bir başına, o çelimsiz haline bakmadan, o
denizin ihtişamına tek başına karşı koyarken” fırtınalara maruz kalan Ömer’e,
her daim ışık tutup yolunu bulmasına yardımcı olan ve onu her defasında
kurtaran Defne’yi tam manasıyla tanımlamıyor mu?
Korkmuyorum ruhumdaki
fırtınada boğulmaktan
karanlıkta yollarımı kaybetmekten.
Biliyorum kurtarırsın beni sen,
ışığım, deniz fenerim.*
Ruhunda fırtınalar kopuyordu bu
bölüm Ömer’in. Öyle fırtınalardı ki; bomboş gibi gözükse de aslında anılarla
dolu olan kavak ormanının dökülmüş yaprakları savruldu her yerde. Hepimiz de bekledik;
hayatını ve acılarını paylaşmayan Ömer’in o acı ve üzüntü dolu ritüeline
Defne’nin de çat diye katılıvermesini. Zamanında haklı olarak “Sence benim,
senin hayatında olup bitenleri bilmeye hakkım yok mu?” diye sitem eden adamın
da bir şeyler paylaşmasını istedik. Hatta ben paylaşmayınca bir buruldum bile.
Hâlbuki benim kadar bencil olmayan Defne, hiç takılmadı Ömer’in anlatmamış
olmasına veya kendisini de yanına katmamasına. Günü geldiğinde anlatacağına,
konuşulacağına inancı tamdı. Koca yüreğiyle “bana anlatmadı” diye kırılacağına,
bunu aklına bile getirmeden bencillikten tamamen uzak bir şekilde Ömer’in
acısını düşündü kendince. Anlıyor çünkü Ömer’i, onun sessizliği ile acı
çektiğini.
Bilirim seni,
hüzün etrafı sarmışken
sessiz kalırsın belli belirsiz*
Defne birden bire o kavak
ormanında belirseydi, kavak ağaçlarının sesine katsaydı sesini Ömer’in hiçbir
itirazı olmazdı eminim. Yahut Ömer Defne’yi alıp götürseydi o ormana bayılırdım
gene, yalan yok. Ama öte yandan yine Ömer’in şahaneliği, kibarlığı ve ince
düşünceliliği ön plana çıkmış olurdu. Bu haliyle ise Defne kendi rolünü kendisi
biçti. Olayın üstüne düşündü, Ömer’i nasıl “kurtarabileceğini” tasarladı ve
pazı sarmasını(sarılan şeylere dolma denmesine de sinir oluyorum, evet!)
kuşanıp dayandı kapısına. Ağlayan Ömer’i teselli etmek, o üzücü yas ritüeline
katılmak yerine kendi ritüelini, kendi meşrebince yarattı. 15 Mart’ı acılara
boğulma günü olmaktan çıkarıp, güzellikleri anma ve yaşatma günü olarak yeniden
yaratmayı seçti, acısını paylaşmaktan çekinen Ömer’i açtırdı. Tıpkı 11.bölümde
varlığı ile Defne’ye güven veren Ömer gibi, Defne de tuttu sevdiceğinin
elinden, sıcaklığını ona aktardı ve “Ben varım!” dedi. “Esmer elleri var sevdalımın/Uzun kirpikleri kaygılı ıslak”**

Hani zehirlenen insana yoğurt yedirirler ya o zehri
alsın diye; yalnızlığın zehrini alması için de Ömer’in ömrüne Defne’yi yedirdiler ve
Defne onun acısını da yalnızlığını da çekip aldı. Bu yeni ortak gelenekle
birlikte artık 15 Martlar ikisinin. Bundan sonraki 15 Martlarda neler
yapacaklarının hayalini kurmuş bir de, hiç ayrılmayacakları temennisiyle. Bir
ömrü beraber geçireceklerine dair hayallerini de ilk defa bu kadar net ve
kendinden emin anlattı. Sadece kavak ağaçlarının sesleri duyulsa da şimdilik o
ormanda, belki ileride neşe içinde koşturan ufaklıkların, keyifle piknik yapan
bir ailenin kahkahaları da yankılanır orada.
Yazı devam ediyor...