Galo’ya dair fikirlerim ise
ikilemden ziyade “ikili delilik” olarak adlandırılabilecek türden. Defne,
Ömer’in de dediği gibi benim için de çok kıymetli fakat onun ısrarı üzerine
bile ben Ömer kadar müsamahakâr olamayacağım bu konuda. Evet, Defne’ye büyük
iyilik yaptı, Defne ile Ömer şu anki evlilik heyecanı ve mutluluğunu bir
noktada ona borçlular. Ama hakkında edindiğimiz bilgilerin tutarsızlığı, herkes
etrafında pervane olurken, onun samimi ve mütevazı duracağına insanı
huylandıran kendine karşı kayıtsızlığı ve kendisine yüklenen üstün meziyetler
fazla şaşaalı duruyor üstünde. Tam tarif de edemiyorum fakat o ‘cool
kayıtsızlığı’ bana gerçek olamayacak kadar iyi, bu nedenle de yapay geliyor.
Aslında Sezen Aksu’nun şarkısı ona karşı hislerimi birebir ifade ediyor.
Artık hayatımdan
çıksan diyorum
Bu ikili delilik
sona erse
İkimiz için de en
hayırlısını diliyorum
(…)
Lütfen görmeyeyim
seni
Bir yerlerde
karşıma çıkma
Konuşmayalım
bakışmayalım
Ne olursun
Hakkında çizilen profil, belki de
kendisine yüklenen tutarsız özellikler, gözümde Galo’yu son derece “naylon” bir
karakter haline getirdi. Parayla pulla işi olmayan, sevdiği mesleği yapıp adeta
bir hippi özgürlüğü ve savurganlığı ile yaşayan, doğa dostu, bisiklet
tepesinden inmeyen Galo’nun, yemek konusunda hiç ayrım yapmadan hayvanlar
alemine hunharca dalmış olması tuhaf geliyor bana mesela. Yarın öbür gün
çekirge yemek isteyecek diye de korkuyorum. Daha rafine bir yaşam sürdürüyor
olsa bu Vedat Milor’a taş çıkartacak kadar geniş damak zevki yelpazesini tebrik
edebilirdim, karakter tutarlılığından ötürü. Ancak elinde para tutmayı
sevmezken, giyiminden yaşadığı eve kadar daha bohem bir hayat tarzını
benimserken bir yandan da böyle lezzetler peşinde koşması bana biraz
şımarıklıkmış gibi geliyor. Ve şu an karşımızda gördüğümüz karakter, bize
kendini şımarıklıktan utanacak biri gibi anlatıyor. Yoksa bu da onun ikilemi mi?
Öte taraftan Galo karakterinin
şahsına ve tutarsızlığına dair olumsuz hislerimden arınarak, varlığına mantık
çerçevesinde baktığımda aklım, kalbimi susturup sakin olmamı öğütlüyor. Ömer’in
ilk karşılaşmada Galo’ya attığı gereksiz derecede manalı, 3 saniyelik
bakışından dolayı önyargılarla dolduk bir anda. Her ne kadar bölümde yaratılan
sisli atmosfer, bizi illa ki şüphelendirmek, zihnimizi karıncalandırmak üzerine
bilhassa kurulsa da, ben bu önyargılardan kendimi soyutlayarak, duruma
dışarıdan bakmaya çalışıyorum. İkisi arasında geçen konuşmaları, kavgaları alıp
mesela Sinan ve Ömer ilişkisine taşısak bu kadar batmazdı genel olarak diye
düşünüyorum. (Oğlak konusundan emin değilim, o gene batabilirdi bana. -.-)
Aralarındaki bu gereksiz gerilim sonlansa, cinsiyetsiz bir arkadaşlık kurulsa
ve Defne’nin de katılımıyla o kimsesiz çocuklar için hep birlikte bir defile
düzenleseler keşke.
İki arada bir derede kaldım,
ikilemlerim iki değil dört yanımdan sıkıştırıyor bu sefer beni. Çözmek için Ömer’in
öğüdünü uygulayalım bari. Yarım kalanları, hayalleri, güzel şeyleri düşünelim
artık. Hatta sadece düşünmekle kalmayıp bizzat yaşayalım. Zira hislerim Nazım
Hikmet’inkilerle aynı;
Seni düşünmek güzel
şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel
sesinden
en güzel şarkıyı
dinlemek gibi bir şey…
Fakat artık ümit
yetmiyor bana.
Ben artık şarkı
dinlemek değil,
Şarkı söylemek
istiyorum.
*Ezginin Günlüğü, Papatya