Kiralık Aşk: Papatya çayı ve double espresso
Bu yazıyı yazmak için yaklaşık 48 saat bekledim. 24 saat bile yetmişti aslında. Bekledim; çünkü bazen çayı açık değil, koyu içmek icab eder. Tadının “fazla kaynamış su”dan başka bir şeye benzemesi için, demlenmesini beklemek gerekir. Ki ben çayı demli sevmem. Hatta çay sevmem. Ama bazen, bazı alışkanlıklar değiştirilmek, tercihler sınanmak, ezberler bozulmak içindir. 

Tıpkı Ömer’in, “önceki İplikçi”nin büyük ihtimalle gitmeyeceği bir yoldan gitmeyi seçmesi gibi… Bir akşam, o aylardır dillerden düşmeyen rüzgarın mücadele edilecek bir şey olmadığına karar verip,  sonunda ona kapılmayı tercih etmesi gibi. 48 saat önceki benle buluşsaydınız burada, birlikte Ömer’in neden böylesine bir akşamın sabahında soluğu kasapta aldığını dert edecektik.  Oturup dana kontriflelerin, kuzu kaburgaların arasında bit yeniği arayacaktık. Hatta “serin adam” Ömer İplikçi imzasıyla, terzisinden berberine İstanbul’un bütün derin kulaklarına bir bir kaçırılan “Vanni markalı kar suyu” operasyonuna bakıp; “tüm bunlar bizzat aynı sahnelerde ‘Nasılsın?’ diyen herkese ‘Evleniyorum’ diyerek çarpık gülümsemesiyle tepkileri karşılayan gizemli Ömer İplikçi hallerine çok fazla paralel değil mi?” diye sorulara boğulacaktık... Ama üzerinden 48 saat geçti, ve ben de bu seçim rüzgarından üzerime düşen oy pusulasını alıp, “Bunları Düşünme” kısmına “Evet” i basıyorum. Neriman’dan benim tarafa gelsin:  Allahım ne büyük DILEMMA’lar bunlar!

Geçen bölüm “savaş başlasın” diye kapıları çarpan Ömer farkında mıdır bilmiyorum ama kendisi tankları benim böğrüme sürüp gitti. Onu Defne’sine soğanlı elleriyle sarılsın mı sarılmasın mı karar verirken bıraktığımdan beri; benim içimdeki “iyi” ve “kötü” ekseriyetle birbiriyle mücadele halinde. “İyiyim” yerine “Evleniyorum!” diyen Ömer’lerin benim aslında canım olması gerekirken; karnımda kelebekler uçuşacağı -hatta horon tepeceği- yerde, iyi ve kötü isimli kurtlar içime düşmelere doyamıyor.  Bu sefer de Ömer’den gelsin o zaman: Aşk insanın omurgasını unufak etmek için mi var?

Belki, evet, biz tutkunlarının Kiralık Aşk’a olan aşkı, omurgayı unufak etmek için var. Bir ufak ayrıntısı, bir bakışı, bir tınısı, bir sözcüğü... şirazemizi kaydırmak için var. Bir anda bir rüzgâr çıkıyor, bizi hiç gitmek istemediğimiz bir yere savuruyor. Ayağımıza taş değiyor, kolumuza kanadımıza zeval geliyor. Bildiğimiz istikamete, tanıdığımız semalara doğru uçamıyoruz. Birinden ötekine sektiğimiz, yavaş yavaş çiçeklendiğini izlediğimiz bahar dalları, gelip yüzümüzü gözümüzü çiziyor. Bildiğimizi unutuyoruz. Kayboluyoruz. 

İşte 48 saat önce Kiralık Aşk’ı izlerken yaşadığım bu. Bildiklerimi şaşırıyorum. Anlamam icap eden -ve kafamın içindeki şey bir bilgisayar işlemcisi olsa anlayacak olduğum- şeyi anlamakta güçlük, hatta imkânsızlık çekiyorum. Bit yeniği avcıları, içimde fink atıyor. Dilim öyle bir hissizleşiyor ki, kaymaklı ekmek kadayıfı tadındaki anların lezzetini alamıyorum. 

Ve fakat, 48 saati de boşuna beklemedim. Şu an saptığım istikametten gitmek istesem, beklemezdim örneğin. Olumsuzluktan beslensem; veya acıyı sıcağı sıcağına anlatıp geçirebileceğimi düşünsem, 48 değil 1 saat bile beklemezdim mesela. O nedenle içimdeki iyi ve kötü kurtları yeterince yorup bitkin düşürene kadar bekledim, ve onlar artık sadece gerektikçe sükûnetle meramlarını belirtip çekilecek kıvamdalar. Aynen tüm zamanların en serin insanı Ömer İplikçi gibi. 



Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER