Kendisinin 48 değil belki 3-5 saati vardı; ama Ömer İplikçi olmak da böylesine bir spiritüel dengeye ve iç huzuruna -daha doğrusu GÜVEN ismini verdiği o hayat memat kararına- son derece hızlı ve efektif biçimde gelebilmeyi gerektirsin bir zahmet! O yüzden ondan şüphe etmemek; onun insanlara vermekte çok zorlandığı güveni kendisine çok görmemek istiyorum. O yüzden nasıl yaptığını göremediğimiz bu tercihi görmememizin altında elim değil, hayırlı bir sebep olduğunu düşünmek istiyorum. 

Evet, Ömer’le Defne’nin o kapının önündeki kayıp 3-5 dakikasına, veya Ömer’in o sabaha dek –mutlaka– görmüş olması gereken rüyalarına ihtiyacımız var; çünkü sabah soluğu kuzu yöş seçmek için kasapta açmasından ne çıkarmamız gerektiğini bilemeyecek kadar dengemiz şaştı. Ömer’in içi gülen –evet bunu söylemek için en az 2 kez daha izledim– gözlerinden, içten gülümsemesinden, Defne’nin– fırsat bulabildikçe- içine çeke çeke öptüğü ellerinden şüphe etmememiz gerekiyor. Ama bütün bunları sadece bir kez görerek emin olamıyoruz; çünkü omurgamıza bir şeyler oldu. Kiralık Aşk’ı seven yerleri acıyanlarımız gibi; benim de Kiralık Aşk’ı izlerken açılan gönül gözlerim sisten, dumandan yanıyor bir süredir. Gözüm görüyor, ama gönül gözüm gördüğü güzel şeye inanmakta; karşısında eriyip onu içinin en nadide köşesine hapsetmekte güçlük çekiyor...

Biliyorum. Ömer’in Fikret’e “çok kıymetli biri istediği için” ikinci bir şans vermesi; Fikret’in “arkadaşı olabileceğini düşündüğünü” bilmemize izin vermesi; hatta Fikret’e yaptığı yargısız infazın ona insanları yargılarken iki kez düşünmeyi –umarız– öğretecek olması... bütün bunlar Gallo hikâyesinin aslında EN ÖNEMLİ noktaları. Bu hikayenin hizmet ettiği yönü bize gösteren işaret levhaları. Bunu kavrayabilecek kadar mantığını çalıştırabilen bir insan olmasam, bugüne kadar pek çok kez snopluğu, kibiri, bencilliği, acımasızlığı havalarda uçuşan Ömer İplikçi’yi her defasında anlayıp bağrına basan –cinslikte bir karakter– zaten olamazdım.

Ömer İplikçi’yi anlama ve sevme kılavuzu ekseriyetle kafayı morartan cinsten kalın ciltle kaplı bir kitaptır. O kitabı kafama fazlasıyla yedim. Dikenleri içime ziyadesiyle çok battı. Sinyor İplikçi’nin bize göstermeyi sevmediği bir takım akıl dehlizlerinin tüm karanlığıyla; bazı keskin köşelerinin tüm sivriliğiyle hâlâ yerinde durduğunu da farkındayım. Ama her gerçek sevgi gibi, bu –asla mükemmel olmayan, buna hala şaşıran kaldı mı??– adamı; bunlara rağmen değil, bunlarla beraber sevmeyi öğrendim. Veya seçtim, diyelim. O yüzden Ömer, sana da Defne’yi tüm bilinmezlikleriyle “seçmiş” olabileceğine dair güvenmek; bu ekstra rahat ve serin görüntünün altında bir gizem aramamak istiyorum... (İçimdeki “kötü” kurt, bu cümlede kinaye ve iğneleme departmanından sizlere seslenmemek için kendini zor tutuyor)  

Fakat daha da çok istediğim şey; inanmak, sevinmek, mutlu olmak istediğim güzel şeylerin, “romantik müzik eşliğinde ağır çekim dikiş diken Fikret”lerle; “Ömer’in konuşurken gözlerini kaçırdığı Fikret”lerle; “gülüşüne sinir olduğunu söyleyip lafı çevirmek istediği Fikret”lerle zedelenmemesi... Işıklarının sönmemesi... Pırıltılarının solmaması.... (Belki bilmek istersiniz; içimdeki “iyi” kurt da tam burada enseyi karartmamak, inceden inceden üstüne bindirilen bu yüklerin altında ezilip kalmamak için kendini zor tutuyor)

Sevmek, kendinizden vermektir. Sevmek bazen körleşmeye de gönüllü olmaktır bu yüzden. Aslında olmayan zevalleri bile görüyor olması belki gözlerimizin; işte sırf bu yüzden... Şüphemiz, iç sıkıntımız, dilimizdeki acılık, ağzımızdaki kekremsi tat... hep bu ‘papatya çayı’ ile ‘double espresso’yu çok fazla sevdiğimizden. Kapılarına güz gelmesin, ayaklarına taş değmesin istediğimizden.  

Öyle...



Yazı devam ediyor...


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER