Günün birinde, çok zengin bir kralın hiç çocuğu olmazmış. Kral ülkedeki tüm büyücüleri, kahinleri ve hekimleri çağırmış. Bu derde bir şifa bulmalarını istemiş. Gel zaman, git zaman kralın çok güzel bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O kadar güzel, o kadar masum bir melekmiş ki bu prenses, kral onu gelecekte bekleyen kaderden korkup bir kahine götürmüş. Kahin, prenses'in 18 yaşına girdiğinde bir yılan, çok zehirli bir yılan tarafından sokularak öleceğini söylemiş. Kral çok korkmuş. Denizin ortasına bir kule inşa edip kızını oraya saklamış. Ancak prenses, onu bekleyen kaderden kaçamamış ve yılan kuleye girip 18 yaşına bastığı gün melek yüzlü prensesi sokup öldürmüş.

Bu hikayeden cımbızla çekilip sunulan anlam şudur: Kimse, kendisini bekleyen kaderden ve sonuçtan kaçamaz, hangi deliğe girerse girsin, hangi karanlığa sığınırsa sığınsın, öleceği varsa ölür, çıkacağı varsa çıkar. Padişah, Kral, Hükümdar… İster prensesi, ister yılanın ta kendisini kapatsın sisli kuleye, o kişinin kuleden çıkacağı varsa çıkar, öleceği varsa ölür. Ne boğazın hırçın dalgaları buna mani olur, ne de demir parmaklıklar ardına yaslanmış soğuk taşların ıslak nemi…
 
Geçtiğimiz bölüm Safiye Sultan o kadar büyük ihanetlere adım atmış, o kadar yüksek basamaklardan bakış atmıştı ki kendi kendime korkarak, ister istemez “Ne olacak bu kadının akıbeti?” demeden edememiştim. Zira Safiye Sultan’ın yaptıklarının tek cezası ölümdü ve açıkası ölümden kuvvetli bir ceza da düşünemiyordum. Safiye Sultan’ın akıbetinden çok senaryo ekibinin, tüm bu ihanet ve katliama rağmen Safiye Sultan’ı öldürmeden, etkisini yitirmeden sonucunu nasıl bağlayacaklarını merak ediyordum. Eğer hem Safiye Sultan için ölümden daha feci bir ceza gelir, hem de Safiye Sultan’ın etkisini yitirmeden “kurtuluşu” için mantıklı bir izah öne sürülürse sadece bu sebep bile bölümü tek başına kotarmaya yeter de artardı, bana göre...

Zerre hayal kırıklığına uğramadım. Zira sisli bir kayık yolculuğunun ardından “kız kulesini” gördüğümde, daha önce de duyduğum hikaye birden zihnimde yeşerince, Safiye Sultan için çizilen kaderin devamını merak edip heyecanlanmadım değil. Öyle ki, güce aşık, kudrete, pahaya, gösterişe ve debdebeye tutkun bir kadına ölümden daha feci nasıl bir ceza verilebilirdi, diye sorulsa, sanırım tek cevap yoksun, biçare bir tutsaklığa mahkum etmek olurdu.

Mücevherlerinden arındırılarak, kudret yüzüğü ve tumturak kaftanından mahrum bırakılan Safiye Sultan’ın, en az Cersei Lannister kadar çıplak kaldığını gördüm. Üzerinde bir keten örtü, ayak bileğinde kalın mı kalın bir zincir, yaşlı vücudu ve taçsız daltaban saçıyla, bir de başına dikilen neredeyse “Utan!” diyecek “rahibesiyle” Game of Thrones etkisini verebilen, kendi tarihimizin de güce aşık figürlerinin sembollerinden arınarak nasıl çırılçıplak kalabileceğini gösteren bir sahne olmuştu.

Açık ara 16 bölüm boyunca etkilendiğim nadir birkaç sahneden biriydi. Özellikle Safiye’nin kollarını hüsranla uzatarak kalfanın kıyafetlerini çıkarmasını beklediği ve ardından cevap olarak bir “gümleme” aldığı an, sanırım Safiye Sultan’ın ölümden de beter bir cezayla mükafatlanabileceğini göstermiş oldu. Safiye’nin Kız Kulesi zindanına girdiği andan, parmaklıklar ardındaki sisli Topkapı’yı biçare izleyişine kadar geçen duygu ve acı aktarımı, bölümün geri kalanını hep bu sahnelerin hüsranı ve burukluğuyla izlememe neden oldu.

“Prenses ve yılan” hikayesi hem güzel bir kader dokunuşu oldu, hem de Safiye Sultan’ın ileride mutlaka tekrar er meydanına döneceğinin gizli sembollerini verdi.



Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER