Ömer’in yanına uzandığı sırada ona “Uyancacağız... ben inanıyorum” diyen Defne’ye – 30 küsürünü tamamlayan haftalar ve bir takım bitmez tükenmez kabuslardan sonra – bu kez gerçekten inandığımı fark ediyorum. Çünkü bu kez kendisi de buna inanıyor. Neden, tam olarak parmağımı üzerine koyamıyorum – ve hep koymam da gerekmiyor zaten – ama sanki bu kez gerçekten kara bulutların dağılıp güneşin açma şansı var. Tıpkı bir takım puslu haberlerin puslu havasının, Ömer Defne’nin odasına gittiğinde dağılması, yağmurun dinmesi, havanın yavaş yavaş aydınlığa açılması gibi... Tıpkı o Passionis semalarında kasvetlere düşmüş, gözü yaşlı gökyüzünün Ömer’le Defne evlerine gelip ‘kapıyı kapattıklarında’ ağlamayı bırakıp, kendini güneşin sıcaklığına teslim etmesi gibi.
Defne Ömer’in yanındayken sanki o yazdan çalma günler hiç bitmiyor, güneş asla batmıyor, hava bir türlü kararmıyor....ve bunu “Defne’nin ruju yine değişti, demek bunu şu diğer sahne ile beraber çektiler” diye düşüncelere dalmadan ekrana bakamayacak kadar obsesif bir başak olan ben söylüyor... Eymen’in deyimi ile; tüm bu sahnelerin güneşler içinde çekildiğini söyleyen “logic” bende geri adım atıyor, çünkü aklıma değil ama kalbimin aklına göre Defne, Ömer’in evine ve hayatına doğan, ve batması olmayan bir güneş! Bazen kalbin aklı, en doğrusunu söyler.
Bazen değil, hep en doğrusunu söyler aslında; çünkü en doğru olan şeyi yapmanın tek yolu sadece aklınla değil, kalbinle kudretini birleştirdiğin aklınla hareket etmektir. Defne’nin Ömer’e “sen en doğrusunu yaparsın” demesi aslında bundan. Evet, ona en ihtiyacı olduğu zamanda en çok duymak isteyeceği şeyi - üstelik tam olarak zamanında ondan duyamadığı şekilde - söylüyor Defne. Ama yaptığının kıymeti; sadece bu yüce gönüllülüğünde değil. Çökmüş bir insanı ayağa kaldırmak güçtür. En sevdiğinize, en güzel, en yüreklendirici sözleri ardı ardına sıralayıp, elini bile kavrayamadığınızı hissedersiniz bazen. Gözlerinin kenarına yarım yamalak yerleşen gülümsemenin altındaki gözyaşını hiç bir şekilde silemediğinizi. İşin sırrı aklınızla söylediğinize tüm kalbinizle inanmaktır çünkü. Ona duymanın iyi geleceği şeyi değil; gerçekten yapabileceğine inandığınız şeyi söylemekte. Defne bunu yapıyor. Söylediğinde “sen en doğrusunu zaten bilirsin” yok; “senin seçiminin doğruluğundan şüphe duymam, çünkü senden şüphe duymam” var. Senin aklına, zekana değil; kalbine güveniyorum var. Ve Defne bunu farkında bile olmadan yapıyor. Düşünmeden. Onun da aklı söylemiyor çünkü bunları. Kalbi söylüyor.
Aklına güvenen, mantığını dinleyen, ama en çok da kalbinin sesine kulak veren bay Ömer İplikçi; bugün beni neredeyse HİÇ şaşırtmamış olman, kaç kez gözlerimi doldurup burnumun direğini sızlattığın gerçeğini değiştirmiyor, hain köfte! Deniz’in o dümdüz mantığıyla tasarladığı kirli (?) oyununa, “alet” olmaman gerektiğini düşünenlere rağmen “varım” diyen; el alemlerin zinhar kıl aldırmadığını düşündüğü burnunun yüzlerce insanın ekmeği gibi daha önemli şeyler için bir miktar sürtmesinden imtina etmeyen, “benim ağırıma gidiyor diye şirketi mi dağıtalım?” diye soran, ama en çok da kara haberi aldığında Sinan gibi çalışanlarına elinin tersini gösterecek kadar hezeyanlara kapılmak yerine; isimlerini, hayatlarını, dertlerini tasalarını bildiği ustalarının yanına gidip hal hatır soran, çeyiz hazır mı kiralar ödeniyor mu çocuklar okuyor mu anlayıp, yaşadıkları bu sıkıntıyı gerçek anlamda sahiplenen, ve bütün bunları yaparken zerre sırıtmayan, yerini yadırgamayan, iğreti durmayan Ömer... GETİR PUSULAYI, NEREYE MÜHRÜ BASIYORUZ?!?!