Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz. Sen bile tutamazsın Fahriye, Handan hiç tutamaz ^^
Aşk demişken, hepimizin malumu olduğu üzere dizinin en güzel aşk hikayesi Handan Sultan ve Derviş Paşa arasındaki imkansız aşk. İnsanoğlu işte, sevip de kavuşamayan aşıkları gördüğümüz zaman hepimizin kalbi eriyor. Mehmet Kurtuluş’un son derece karizmatik bir performansla canlandırdığı Derviş Paşa bu bölümde az göründü ama öz göründü. Neredeyse bütün sahnelerindeki replikleri cidden özenle ve incelikli çalışılarak yazılmış repliklerdi.

Handan Sultan’la vedalaşma (?) sahnesinde sarfettikleri ise zirve noktası oldu. Birbirini çok seven ama şartlar, ünvanlar ve makamlar izin vermediği için bunu açık açık dile bile getiremeyen insanların o aşkları nasıl içlerinde yaşadıklarını, nasıl birbirlerine kimsenin duymayacağı dile getirilmeyen sevgi sözcükleri söylediklerini ve bu söylenemeyen sözcükleri muhatabının aslında nasıl da güzel anladığını dillendirdiği sahne bölümün zirve noktalarından biriydi. 


Ben Helen... Osmanlı'ya gelince Handan olmuş Ortodoks Helen. Şu sarayda benden daha güzeli var mı? Gördüğü gibi meftun olmuş adamcık, napsın? Paris, Helen için koca Truva'yı ateşlere atmıştı, Derviş de benim için Osmanlı'yı ateşe atar mı acep?

Ah bir de bu takdir edilesi replikler Mehmet Kurtuluş’un ağzından dökülürken fonda çala çala, arabesk aşiret dizilerinde ya da prodüksiyon maliyeti düşük günlük dizilerinde kullanılan müziklere benzeyen o müzik kullanılmasaydı. Şahsen benim kulaklarımı çok tırmaladı ve hatta bir ara güldürecek gibi oldu. Öyle abartılı ve gürültülüydü. İngiliz kraliyet ailesinin kıyafetleri gibi kıyafetler giyen, taçlar takan, saraylarda yaşayan insanların olduğu böyle “şık” bir dizide böyle arabesk tınlayan müzikler duymak çok iğreti oluyor bence. Aytekin Ataş’ın emeğine sağlık ama şahsen bir daha hiçbir sahnede duymak istemem bu melodiyi zira Muhteşem Yüzyıl gibi bir diziyle zinhar bağdaştıramadım. Tabii zevkler ve renkler meselesi.. Beğenenler de olmuştur mutlaka.


Padişah olmak da ne zormuş arkadaş... Ürkek, çekingen durursun "bu nasıl padişah" derler, eser gürlersin, bağırır kükrersin "atasını taklit ediyor" derler. Çok biliyorlarsa gelsin kendileri tahta otursunlar. Pöffff, çok canım sıkıldı. İskender burada olsaydı da oynasaydık acık :(

Bu arada Beren Saat deyip duruyoruz ama Ekin Koç’tan da bahsetmek lazım biraz. Kendisine son haftalarda biraz fazla yüklenildiğini düşünüyorum. Dizi ilk başladığı zaman çok pasif olmakla ve hiç padişaha benzemeyen bir padişah portresi çizmekle eleştirilmişti, şimdilerde de Kösem karakterindeki değişime paralel olarak değişen ve her geçen bölümde iyiden iyiye saraya, padişahlık makamına ağırlığını koymaya başlayan Sultan Ahmet performansında fazlasıyla Halit Ergenç’i taklit etmeye çalışmakla eleştiriliyor.

Öncelikle 13-14 yaşlarında hiç hesapta yokken tahta çıkmış, sancak deneyimi olmayan, çocukluğu babası tarafından öldürülme korkusuyla geçmiş ürkek ve yalnız padişah rolünde tam da canlandırdığı gibi bir Ahmet izlememiz lazımdı ve o Ahmet’i gayet güzel oynadı. O ürkekliği, o kendinden emin olamayan hallerini sevdirdi bize karakteri. Şimdi de o ünvanın ve makamın gerektirdiği otoriteyi gün geçtikçe daha da fazla eline alan ve üstüne giyen Ahmet’i gayet başarıyla canlandırıyor. 


Dur Murad Paşa, bunların tarih falan anlatacağı yok, ben anlatayım. Kaç yılında olduğumuz belli değil zaten. Koca Osmanlı padişahı olan beni, Avusturya Kralı'na denk tuttuğun o antlaşmanın adı "Zitvatoruk Antlaşması". Seyirciler bunu böyle bilsin. Senin kafanı sonra koparıcam.

Ekin Koç, oyuncu performansları anlamında Muhteşem Yüzyıl Kösem’in başına gelen en iyi şeylerden biri kesinlikle. Halit Ergenç sadece Muhteşem Yüzyıl özelinde değil, bütün benzer yapımlar açısından söz konusu “padişah rolü nasıl oynanır” sorusuna tahminen uzun yıllar boyunca adı anılacak muazzam bir performans sergileyip örnek teşkil ettiği için kendisinden sonraki oyuncuların onun performansından etkilenmesi, feyz alması son derece normal.

Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ni yazması ve ardından gelen bütün fantastik kurgu yazarlarının şu ya da bu şekilde Orta Dünya’dan ve Tolkien’den “esinlenmesi” gibi… Aras Bulut İynemli Şehzade Bayezid’i canlandırırken, ikisi de hali hazırda aynı dizide oynamalarına rağmen Halit Ergenç’in performansının benzerini sergiliyordu bazı sahnelerde, buna rağmen bu kadar üstüne gidilmiyordu. Kaldı ki Ekin Koç, henüz 23 yaşında bir oyuncu olmasına rağmen karakterin ağırlığını koymasını ve otoritesini de gayet başarıyla yansıtıyor, üstünde hiç de eğreti durmuyor. Bu hafta izlediğimiz bölümde Cihan Ünal’la çadırda geçen ve özellikle de Hülya Avşar’la Has Oda’da karşılıklı oynadığı sahneler bunun en güzel örnekleri.


Yeni saray setlerim çok şekil, önümden çekil. Tam içinde gezinmelik valla.

Bu haftaki yazımı bölümle ilgili benim en çok hoşuma giden ayrıntıyı yazarak bitireyim. En başta da demiştim, benim gibi bazı seyirciler için (sayılarının hiç de az olduğunu sanmıyorum) izlediğimiz dizi ve filmlerdeki hikaye ve karakterler kadar, işin teknik tarafı da neredeyse aynı oranda önemlidir. Hele hele söz konusu olan Muhteşem Yüzyıl gibi iddialı ve şatafatlı, profesyonelliğin olmazsa olmaz olduğu büyük prodüksiyonlarda. Şahsen ben her bölümde olan biteni takip ederken, diyalogları dinlerken bir yandan da durmadan etrafı gözlüyorum. Kim hangi kıyafeti giymiş, kıyafetler nasılmış, hangi tacı kim nasıl takmış, setdeki detaylar nelermiş, ön planda Safiye Sultan konuşurken arka planda kadrajın sağında solunda ne varmış, ne kadar gerçekçi inşa edilmişler, figüranlar ne alemdeymiş...

Böyle şeylere dikkat etmek en az hikaye akışını takip etmek kadar eğlenceli bir uğraş benim için ve bu haftaki bölüm Muhteşem Yüzyıl Kösem’in farklı mekanlar göstermek konusunda şimdiye kadarki en fazla çeşitlilik içeren bölümü olduğu için resmen zevkten dört köşe oldum. Gerek Topkapı Sarayı olarak inşa edilen muazzam platodaki farklı farklı yerlerde dolaşmamız (özellikle Arz Odası ve çevresi), gerek 17. yüzyıl Osmanlı şehir hayatına bakış attığımız çarşı-pazar setlerinde geçen sahneler (final sahnesi özellikle) dizinin görselliğine zenginlik üstüne zenginlik kattı.


Fahriye dergahın kapısından çıkana kadar azıcık şu binaları, balkonlarındanki oymaları falan inceleyeyim bari. Ne kadar da güzel yapmışlar öyle. Tahta çıktığımda Kırım'a da yaptırayım bunlardan bari ^^

Dönem dizisi dediğiniz şey ne kadar fazla ve farklı farklı mekanlar sunarsa, dünyasını görsel olarak ne kadar çeşitlendirirse, hep aynı üç-beş mekan içinde geçmekten imtina edip tekrara düşmeden kurduğu görsel dünyanın üstüne ne kadar daha eklerse işte o zaman seyretmeye doyum olmuyor. Hele bir de gerçek mekanlarda çekim yapılırsa. İlk dizide İbrahim Paşa ve Hatice Sultan’ın sarayı olarak kullanılan Yıldız Teknik Üniversitesi’nin kampüsü içindeki gerçek saray o dizinin görsel anlamdaki en büyük şanslarından biriydi örneğin. Tam anlamıyla o döneme, o saraylara ışınlanıyordu seyirci o sarayda geçen sahnelerde.

Açıkçası Kösem’den de benzer bir gerçek mekan kullanımı bekliyorum hâlâ. Bu nedenle bu haftaki bölüm çok memnun etti beni. Gerçi son haftalarda Eski Saray ve Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’nin dergâhı olarak kullanılan setlerin, aslında şu bizim Yeniçeri Ocağı’nın bu sahneler için yeniden dekore edilmiş barakaları olduğu yönünde ciddi şüphelerim var ama öyle olsa bile yeri gelmişken dizideki setlerin tasarımı ve inşasında emeği geçen kişileri tebrik etmek isterim kendi adıma. Muazzam bir iş çıkarıyorlar gerçekten. İnşallah devam ettiği sürece dizideki mekan çeşitliliği arta arta devam eder de haremin dört duvarı ve hep aynı odaları, koridorları arasına mahkum kalmayız.

Velhasılı kelam, Safiye rulazz ^^
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER