Gözümüze batan eksikleri söylemeden geçmek de olmaz tabii. Geçen haftaki yazımda Bülbül Ağa ve Hacı Ağa karakterlerinin durumuna kısaca değinmiştim. Malum, Kösem ilk Muhteşem Yüzyıl’a oranla daha karanlık, daha sert
ve çok daha kasavetli bir dizi. Türk dizi sektöründe pek alışık olunmayan bir
türü yerleştirmeye çalışıyorlar bir nevi. Üstüne Türkiye’de dizi süreleri de akıl
mantık sınırlarını zorlayarak 2.5 saatleri bulabildiği için bölüm başına bu
kadar uzun süreler boyunca sürekli olarak Game of Thrones misali karanlık ve
kötücül hikayeler / karakterlerle dolu depresif şeyler izlemek izleyiciyi ruhen
yorabiliyor. Tabii işin içinde bir de ortak kültürümüzün 600 sene gibi devasa bölümünü kaplayan bir imparatorluk ve bu imparatorluğun gerçek
hikayelerinden yola çıkılıp kurgulanan bir hikaye olması da bu anlamda biraz
ters tepebiliyor. Sonuçta Game of Thrones gibi aşırı şiddet ve zalimlik içeren
hikayeler tamamen kurgusal ve fantastik eserler oldukları için pek fazla
önemsenmeyebiliyor ama kabul edelim ki hiç kimse tarihinin bir parçasının
sürekli olarak kötülük, zalimlik ve otoritesizlikten ibaret bir lağım çukuru
gibi gösterilip durmasını izlemek istemez. Hem de 2.5 saat boyunca.

Gel Derviş gel. Yedikule zindanlarında sıkılmadan vakit geçirmenin yolunu buldum. Sırtını parmaklıklara dayayıp ellerinle güçlü bir şekilde üstten tutuyorsun. Gövde öne, kalça arkaya, bitli saçlarını da seksi bir şekilde savurdun mu işte sana Yedikule Direk Dansııııııı ^^
Hal böyle olunca arada diziyi rahatlatıp nefes aldıracak,
yoğun ve zalim entrikalardan yorulmaya başlayan seyircinin birkaç dakikalığına
ferahlayıp gevşemesine aracı olacak eğlenceli karakterlere ya da gönül
tellerini titretecek aşk öykülerine ihtiyaç oluyor. Aşk hikayeleri zaten cepte,
onu bir kenara ayıralım o yüzden. Ancak Kösem’in ikna edici eğlenceli
karakterler yaratmak konusunda maalesef ki büyükçe bir eksiği var. İlk dizide
Selim Bayraktar’ın muhteşem Sümbül Ağa performansı Engin Günaydın’ın Gül Ağa
performansıyla birleşince 2. sezon boyunca izlerken zevkten dört köşe
olduğumuz, hatta yeri geldiğinde gülmekten yerlere yattığımız bir Hacivat-Karagöz ikilisi yaratılmıştı (haremin taşlığında cariyelere raks etme dersleri
verdikleri “göbek atma atışması”nı unutmak ne mümkün). Kösem’de aynı etki
Bülbül Ağa ve Hacı Ağa karakterleriyle yaratılmaya çalışılıyor ama amaçlanan
şey neredeyse tamamen geri tepip iticileşiyor. Espriler komik olmuyor, iki
oyuncunun kimyası belli ki kağıt üstünde hesap edilen etkiyi verebilecek
şekilde tutmuyor. Bu ikiliyi izlerken gülmekten daha çok geriliyor insan.

Aldın. Verdin. Aldın. Verdin. Al. Ver. Al. Ver. Al. Ver. Oh oh oh, mastika mastika ^^
Üstelik Sümbül Ağa ve Gül Ağa’nın o sevimli atışmalarını
daha da sevimli hale getiren kendilerince karakter hikayeleri vardı. Kendi
hikayelerindeki dertler ve hırsları yüzünden birbirleriyle didişip durmalarını
izlemek ekstra bir dinamizm ve inandırıcılık katıyordu ikisine de. En
nihayetinde yine “vakit doldurma” amacına hizmet ediyorlardı ama bunu anlamsız
ve boş yere esprilerle yapmıyorlardı. Bülbül Ağa ve Hacı Ağa’nın ise bir
hikayeleri yok, oyuncuların arasında bir kimya yok. Sarayın koridorlarında karşılaştıkça
sırf laf olsun diye bir takım anlamsız espriler yapıyorlar, birbirlerine laf
sokuyorlar ama seyircide bir karşılığı olmuyor bu komik olma çabalarının,
fazlasıyla zorlama duruyorlar. Tam anlamıyla sadece “vakit doldurmak” için
vakit dolduruyorlar. Belki de bu ikiliden yeni bir Sümbül Ağa vs. Gül Ağa
yaratmaya çalışıp kendi kendinin taklidi olmaya, oyuncuları da daha fazla
zorlamaya gerek yoktur. Başka her şey olabiliyorlar belki ama, komik olmak asla
bunlardan biri değil, onu da söyleyelim ^^

Bülbül müsün nesin? Komiklik yapmaya çalışıp durma daha fazla, olmuyor işte. Grev yapalım diyorum sana, protesto edelim. O zaman yazmazlar bize daha fazla böyle sahneler. Tallahi elimin tersindesin, yolarım o tüylerini.
Bir diğer konu da haremdeki eğlence sahneleri. Osmanlı
İmparatorluğu dillere destan eğlenceleri ve meclisleriyle de ünlü bir
imparatorluktu. Dizinin yurt dışında pazarlandığı bütün Avrupa ülkelerindeki
seyirciler için de dönemin oryantalist ruhunu yansıtmakta ve onların hoşuna
gidecek bu tür otantik kültürel detayları vermekte belki de her şeyden daha
fazla öneme sahip sahneler bunlar. Çok küçük ve önemsiz gibi görünüyorlar ama
aslında pek de öyle değiller. Buna rağmen ilk diziden bu yana nedense bu tür
sazlı sözlü rakslı eğlence sahnelerinde inanılmaz bir özensizlik göze çarpıyor.
Hürrem, Nora (Efsun), Firuze ya da Rümeysa Hatun gibi karakterlere özel raks
sahnelerinde iyi çalışılıyor, koreografiler güzel hazırlanıyor ama ne zaman
haremde ya da Valide Sultan’ın dairesinde bir eğlence tertip edilse en fazla 4
tane cariye hatun, kaba tabirle 19 Mayıs hareketleri yapan çocuklar gibi hepsi
birbirinden uyumsuz şekilde “dans eder gibi” şeyler yapıyorlar. Hani herhangi
bir erkek figüranı getirip dans ettirseniz erkek halleriyle onlar bile daha
güzel kıvırtacaklar neredeyse.

Evet kızlaaar. Şimdi şöyle bir şey yapıyoruz ve yılan dansını başlatıyoruz. Haydi lililili lililili lili lili yar, haydi lili lili lili lili yar...
Bu dillere destan Osmanlı eğlenceleri neden diğer bütün
cariyeler oturup seyrederken illâ ki 4-5 tane cariyeyle, neden hiç inandırıcı
olmayan “dans eder gibi” salınmalarla bu kadar zayıf bir şekilde ilkokul
müsameresi gibi çekiliyor, inanın ilk diziden beri hiç anlam veremediğim bir
detaydır. Sonuçta bu bir dönem dizisi. Ana entrikalar kadar böyle ufak tefek
detayları da inandırıcı bir şekilde yansıtmak gerek. Hatta “Şeytan Ayrıntıda
Gizlidir” düsturundan hareketle asıl böyle önemsiz gibi görünen detayları daha
bile iyi çekmek gerek ki dizinin dünyası “yaşasın”. Hiç değilse o sahneler
çekilirken montajda kullanılacak müziğin sesini vererek figüranların duydukları
müziğe uygun şekilde dans etmelerini sağlamak, şöyle gerçekten eğlence gibi
eğlenceler seyrettirmek bu kadar zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Hele de
kapı gıcırdasa göbek atmaya başlayacak kapasitede bir toplum olduğumuzu
düşünürsek bence seyirci olarak adam gibi raks eden, raks etmekten ellerini
kollarını sallayıp durmayı anlamayan cariyeleri seyretmek hakkımız.

Nalet girsin...Şurada hepimiz aynı eğitimleri alıyoruz ama ne zaman dillere destan Osmanlı eğlencesi yapacağız deseler bir tek dördümüzü ortaya atıyorlar, diğerleri hep oturduğu yerden izliyor. Hareme getirilmeden önce Osmanlı eğlencelerini böyle anlatmamışlardı bana. Yansın, yıkılsın bu saray.
Son olarak küçük bir detaya daha değinelim. Muhteşem Yüzyıl
dört sezon boyunca ana kadrosundaki ünlü isimlere ek olarak bir çok bölümünde en
az ana kadrodaki isimler kadar ünlü ve sevilen oyuncuları da cameo olarak konuk
ederek işi iyice keyifli hale getirmişti biliyorsunuz. Muhteşem Yüzyıl Kösem de
bunu ara sıra yapıyor, hem de iki farklı şekilde. İlk olarak orijinal dizideki
gibi, ünlü isimleri bazı bölümlerde konuk oyuncu olarak oynatarak. Türk
sinemasının duayenlerinden Meral Çetinkaya’yı büyücü hatun rolünde iki kez
izledik bile. Ardından Muhammet Uzuner’i saraydaki isyanların bastırılmasında
önemli rolü olan Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri olarak. Seyircilerin ne kadar dikkatini
çekiyordur bilmiyorum ama Kösem, ilk Muhteşem Yüzyıl’da konuk oyuncu olarak oynamış
ama saydığımız diğer isimler kadar tanınmayan yardımcı oyuncuları da tekrar
cameo olarak kullanıyor. Yani Muhteşem Yüzyıl’ın konuk oyuncuları, Kösem’de
ufak tefek farklı rollerde tekrar görünüp orijinal diziden seyirciye el
sallıyor.
Bunun en bilinen örneği ilk dizinin 4. sezonunda Safeviler’e
sığınmak zorunda kalan Şehzade Bayezid’i koruyan ve bedelini de Şehzade Selim’in
ellerinde ölerek ödeyen Erzurum Beylerbeyi Ayas Paşa’yı canlandıran Ferit Kaya’nın
Kösem’de Celali isyancılarının başı Kalenderoğlu’nun oğlu Kara Seyit rolünde
arz-ı endam etmesi. Ardından ilk dizinin 3. sezonunun finalinde Şehzade Mehmet’in
gözde cariyesi Cihan Hatun olarak gördüğümüz Patrycja Widlak’ı Kösem’de
Anastasia’nın yüzünü makasla kesen rakip cariye Şaheste Hatun olarak izledik.
İlk dizinin 2. sezonunda sattığı ürünlerde sahtecilik yaptığı için İbrahim Paşa
tarafından cezalandırılıp saçları kesilerek çarşı meydanında eşeğe ters binmiş
şekilde gezdirilen oyuncuyu Kösem’de kuyumcu Solomon Efendi’nin Şahin Giray’dan
öğrendiği saraydaki çiçek hastalığı olayını çarşıda kahve masasının başında
çıtlattığı Osmanlı vatandaşı olarak gördük. Son olarak da dün akşam yayınlanan
9. bölümde ilk dizinin 2. sezonundaki meşhur Prenses Isabella Fortuna’nın
nişanlısı Prens Frederick rolünde izlediğimiz oyuncuyu Avusturya Elçisi’nin isimsiz
yaveri olarak izledik. Aslında çok iyi Almanca konuşan ve ilk dizide bu
özelliğini gördüğümüz kendisi, bu sefer sadece susmakla yetindi. Belli ki
Kösem, ilk diziyle arasında böyle hoş bir bağ kurarak Muhteşem Yüzyıllar arası göndermelerde / atışmalarda
bulunmaya devam edecek. Bakalım bundan sonra eski diziden kimi hangi rolde
cameo olarak göreceğiz.

Isabella...Prensesim, aşkım...Geçen defa senin için denizleri aşıp Osmanlı diyarına gelmiştim, bu defa rahibe okuluna yeni başlayan kız gibi giydirip gezdirdiler beni. Aşkından ne hallere düştüm eeeyy Fortunalar'ın Isabella.
En başta da dediğim gibi 9. bölüm Kösem’de uzun zamandan
beri görmek istediğimiz detayları ufak ufak görmeye başladığımız ve bundan
sonraki bölümler için de nihayet ilk Muhteşem Yüzyıl tadını almamıza vesile
olabilecek ışığı görmemizi sağlayan bir bölüm oldu. Senaryo ekibinin aynı
şekilde hiç bozmadan devam etmesini ve dizinin ayaklarını artık her anlamda
yere bastırmasını umarak bu haftaki yazımızı bitirelim ve 10. bölümü beklemeye
koyulalım.