Müjdeler olsun…Muhteşem Yüzyıl Kösem uzuuuuun bir aradan
sonra yazılıp çekilmiş en güzel ve en “olmuş” bölümüyle ekrana geldi bu
hafta. Şimdiye kadar yayınlanan dokuz bölüm arasında gerçekten başarılı bir-iki
bölüm olsa dahi yine de ilk bölümden bu yana izlediğimiz en lezzetli ve en
“Muhteşem Yüzyıl” tadı veren bölümdü 9. bölüm. Birkaç tane ufak tefek gereksiz
detay hâlâ yerli yerinde duruyor olsa da, helesi “bu nasıl Muhteşem Yüzyıl
böyle” diye serzenişlerde bulunmadan tadını çıkara çıkara izlediğimiz bir Kösem
bölümü oldu. Senaryo ekibinin haftalardır dile getirilen eksikleri iyi analiz
etmeye ve yavaş yavaş buna göre hareket etmeye başladığının sinyallerini de
aldık üstelik. Özlenen Muhteşem Yüzyıl tadı ve standardına sahip gelecek
bölümler için umutlarımızı yeşerten ipuçları verdiler bize. Devamını da geri
adım atmadan aynı şekilde getirmelerini umut ettiğimizi belirtelim ve detaylara
geçelim.

Iyyyyyy, burada otur otur bitlendim. Benden habersiz mis gibi bölüm çekmiş hayırsızlar. Zaten ben burada kokuşurken Mehmet'in jöleli saçları bozulmuyor bile. Olmaz olsun böyle kardeş. Padişah da olamıyorum. Delirttiler beni iyice, delirttileeeeerrr!!!
Geçen hafta Safiye Sultan’ın haremi şöyle güzelce bir
silkeleyip bütün rakibelerini kedinin fareyle oynadığı gibi parmağında
oynatmasını izlemiştik. Bu haftaki bölümde de bir nevi bu depremin artçı
sarsıntılarını izledik. Son bir aydır dizinin bölümlerini esir almış olan ve
entrika yağmuru arasında bu entrikalara sahne olan hikayelerin ve karakter
gelişimlerinin layığıyla anlatılmasına engel olarak, ekranda gördüğümüz her
şeyin havada asılı kalmasına yol açan dur durak bilmez temponun nihayet biraz
frenlendiği ve ayakları yere çok daha sağlam basan, hikayesini daha oturaklı şekilde anlatan bir bölümdü.
Entrikalar silsilesi şeklinde ilerleyen önceki bölümlere
nazaran aslında çok daha küçük ve seyirciyi yormayan bir öykü vardı ekranda, o
da Kösem’in Ahmet’in yokluğunda haremde olup bitenleri ona anlatıp
anlatmayacağı ve bu sayede Safiye Sultan’ın elinde rehin tutulan babasını
kurtarıp kurtaramayacağıydı. Asıl mesele yalnızca bu konu etrafında dönerken
bölüm boyunca izlediğimiz geri kalan hemen her şey ise, dizinin başlangıcından
beri seyirciler olarak hasretle beklediğimiz şeye odaklanmıştı: Karakterlerin
hikayeleri ve geçmişlerine.
Nihayet haftalardır izlediğimiz bu karakterler
yavaş yavaş ete kemiğe bürünmeye başladılar. Bütün bunları yaparken de güvenli
sularda yüzmeyi tercih etti yapım ekibi. İlk Muhteşem Yüzyıl’ın çok iyi bilinen
“haremde ve sarayda günlük hayat” temalı bölümlerinin izinden giden bölüm,
karakterlerinin hikayelerini anlatırken fonda haremin taşlığında düzenlenen
sazlı sözlü eğlenceleri, Matrakçı Nasuh Efendi’nin icadı olan matrak oyununu
oynayan Ahmet ve İskender’i, sarayın bahçelerinde ağaçların altında dolaşıp
hasret gideren padişahı ve gözde cariyesini, kısacası küçük küçük detaylar
eşliğinde yaşayan Topkapı Sarayı’nı da izletti seyirciye. İzleyenleri yormayan,
sıkmayan, tam tersine tadını yaydıra yaydıra çıkarabileceğimiz bir bölüm oldu,
güzel oldu.

Bu da mı gol değil leeaaaaann??? Hâlâ Esra Erol'u daha mı çok izliyorsunuz, ne biçim şeysiniz siz leeen?? Beni padişahtan saymıyor musunuz yoksa? Dağıtırım len ben buraları!!!
Bölümün en güzel yanı ise şüphesiz ki Beren Saat’in
gelişiyle birlikte bir anda değişiveren Anastasia karakterinin layığını
bulmasını görmemiz oldu. Malum, Saat’in diziye girmesi ve Anastasia’nın Kösem
adını almasıyla birlikte -tahminen hayatını kurtaran cevşen sayesinde mucizevi
bir şekilde hayatta kalarak sarayı basan isyancıları durduran “efsunlu” hatun
namıyla el üstünde tutulmaya başlamış olmasının da etkisiyle– birden bire
havalanıp 40 yıllık sultanlara kafa tutmaya, akıl vermeye, tehdit etmeye başlar
şekilde tavırlara girmesi her geçen bölümde seyirciye daha fazla “yok artık”
dedirtmeye başlamıştı. Bu absürd durumun bedelini nihayet Safiye Sultan
aracılığıyla kendisine ödetti senaryo ekibi. Kösem dersini çok zor bir yoldan
öğrenmek zorunda kaldı. Kendisinin hatasını masum babasının ödemesini izlemek
üzücü olsa da bir yandan da bir “oh” çekmemek mümkün değil. Bu kadar acı bir
olaydan sonra elbette ki daha da hiddetlenecektir ama sanıyorum ki artık
düşmanlarıyla mücadele ederken “haddini” daha iyi bilecek, oyunu kuralına göre
oynamaya başlamayı öğrenecektir. En azından karakterin inandırıcılığı açısından
öyle olmasını umuyoruz.

Yetişiiiiiiinnnn...Adam öldürüyorlar ayol!!! Masum kız dedik, korkunçlu karı çıktı. İmdaaaaatttt!!!
Bu noktada Beren Saat’in de şimdiye kadarki en ikna edici
performansını yine bu bölümde izlediğimizi söylemek gerek. Hem Kösem’in
babasıyla olan son sahnesinde oldukça başarılıydı, hem de bölümün genelinde de
diziye daha fazla uyum sağlamaya başlamış gibiydi. Belki de ister istemez
gözümüz kendisine alışmaya başladığı içindir ama son iki bölümdeki o soğuk ve
mesafeli hali bu bölümde pek yoktu gerçekten de. İlk bölümden bu yana dizide
yer alan ana oyuncu kadrosundaki isimlerin dahi rollerini yavaş yavaş tam
olarak üstlerine giymeye başladıklarını da düşünürsek kendisi hakkında hemen
hüküm vermek çok da doğru olmayacaktır. Kanuni Sultan Süleyman’ı kendisinden
başka kimsenin oynayabileceğini artık tahayyül bile edemez olduğumuz Halit
Ergenç’in de role bütün ağırlığını koymaya başlamasının ilk Muhteşem Yüzyıl’ın
ancak 2. sezonunun ortalarını bulduğunu unutmamak lazım. Saat çok keskin bir
fiziksel değişiklik sonucu diziye dahil olduğu için seyircinin gözünde daha
dezavantajlı bir konumda ancak senaryonun kendisine gereken malzemeyi daha
fazla vermeye başlamasıyla birlikte bu dezavantajı avantaja çevirmek için
yeterli vakti olacaktır diye düşünüyorum.
Yazı devam ediyor...