“Büyülü gerçekçiliğin
(magical realism) Kolombiya’da doğmuş olmasının
bir sebebi var.”
Narcos’un ilk bölümü bu
cümleyle açılıyordu ve itiraf
edeyim, beni diziyi seyretmeye teşvik eden en önemli sebeplerden
biri bu ifadeydi. Çok fazla dizi seyreden bir kişi değilim.
Ama Narcos’un seyrediyorum. Büyülü gerçekçilik
kabaca “rasyonel dünyanın içinde
büyünün kabulü” diye
tanımlanabilir. Bu yapıaslen tahmin etmenin pek de zor olmadığı iki
ana unsurdan oluşmakta: Gerçekçilik
ve büyü.
Dizinin ilk bölümünden
beri neyin büyü neyin gerçek olduğu
sorusu aklımı kurcaladı. Önceleri
Escobar’ın büyü, Kolombiya’nın
ise gerçeklik olduğunu düşündüm.
Kendi halinde bir Güney Amerika ülkesi ve büyülü kadere sahip bir suçlu vardı karşımızda. Birkaç bölüm sonra, tam tersi
bir fikre sahip oldum. Escobar dizideki gerçeklik idi. Hırslarına
yenik düşmüş her alelâde kötü adamın
fırsat bulduğunda girişeceği
işleri yapıyordu. Uyuşturucunun vatanı
Kolombiya ise büyüydü.
Ancak bu fikrim de sabit kalmadı. Artık
Kolombiya ve Escobar’ın, yani her ikisinin de gerçeklik
olduğunu düşünüyorum. Büyüise,
hem devletin hem de uyuşturucu kaçakçılarının
istedikleri şeyleri her yerde açık seçik yapılabilmesinde.
Diziyi şok edici hale getiren, insanda bir
sonraki bölümüseyretme
isteği uyandıran ve herkesi ekran karşısına
bağlayan da bu aslında. Escobar gibileri tanıyoruz.
Yakın temasta olmasak da çevremizde varlar.
Escobar’ın düşmanlarının
bizdeki muadillerini de biliyoruz, neler yapabileceklerini de.
Dizide görülen gerçeklik,
bizim de gerçekliğimiz. Bizim dünyamızı Narcos’tan
ayıran tek şeyi büyü unsuru.
Narcos’un en önemli özelliklerinden
biri, tarihin akışını hikayelemesinin
içine alması ve cereyan eden olayları bize
farklı birçok açıdan aktarması.
Kolombiya’daki ABD Büyükelçiliği’ndeki
asker ve istihbarat hiziplerinin birbirleriyle kavgaları, ABD’nin
dış politikasını kendi
gruplarının çıkarı yönüne
çekmek için ellerinden geleni yapmaları dizide
anlatılan önemli ayrıntılar.
Aslında Türkiye gibi bir
yerden bakınca tam bir ahenk içinde çalıştığını zannettiğimiz
bu unsurların devamlı suretle kavga ediyor olduklarını görmek
özellikle belli bir yaşın üzerindeki
insanlar için çok ilginç. Zira, ABD’nin
Türkiye ile çoğu Güney
Amerika ülkesine 80’lerde uyguladığı dış politika
pek farklı değildi. Diziyi seyrederken, bazen söz
konusu memleketin Kolombiya değil, Türkiye olması halinde
pek de farklı konuşmaların yapılmayacağını düşündüm.
Narcos'un başrol oyuncuları Wagner Moura, Body Holbrook ve Pedro Pascal, 80’lerden fırlamış gibiler.
Ahenkli dekor ve makyajla beraber usta oyuncuların hiçbir
sahnesi sırıtmıyor.
Body Holbrook’ın canlandırdığı DEA
ajanı Steve Murphy’nin dürüstlüğü ve
görev sevdası her dizide gördüğümüz tipik ABD polisi
karakteri. Bu mütevazı karakter, İkinci
Dünya Savaşı’na katılan babasının
yolundan giderek, memleketini farklı bir şekilde korumaya çalışıyor.
Uyuşturucunun ABD’yi mahvetmeye başladığını görüyor
ve Kolombiya’ya, uyuşturucu baronlarıyla yerinde savaşmaya
gidiyor.
Toprağında vurulan
Amerika’nın savaşı kendisini
vuranın memleketine taşımasını 9/11
terörist saldırılarından
sonra da açık bir şekilde gördük
ki, Murphy’nin yaptığı pek farklıd eğil.
Murphy, karakteristik kolluk kuvveti mensubu Amerikalı olarak ayak bastığı Kolombiya’nın
şartlarına ayak uydurmaya başlıyor
ve zamanla değişiyor. Biraz Kolombiyalılaşıyor
ama özünde yine de Amerikalı kalıyor.
Pedro Pascal tarafından canlandırılan
Pena ise iki arada bir derede kalmışbir ajan. ABD hükümetiyle
içli dışlı Kolombiyalıbir
gringo. Ne tam Amerikalı ne tam Kolombiyalı.
Birçok kereler Amerikan Büyükelçiliği’nde
kendisine bu sebeple tam güvenilmediğini görüyoruz.
Aynı zamanda Kolombiyalılar tarafından da tam olarak
kabul görmüyor. Sen gringo’sun, bizi tam
olarak anlamazsın diyorlar. Bocalamasının
en büyük sebeplerinden biri bu.
Maurice Compte’nin canlandırdığı Carrillo
dürüst ve ülkesini seven bir
polis. Birçok arkadaşını kurban
verdiği uyuşturucu baronlarıyla kavgası artık
iş olmaktan çıkmış, kişisel
bir mesele haline gelmiş. Carrillo dizide bize iyi nedir, kötü nedir,
kabul edilebilir ahlak mekana göre değişir
mi gibi soruları en çok sorduran
karakter.
80’lerde ortalık Escobar rolündeki
Moura gibi görünen ve giyinen insanlarla doluydu. Altın
künyesi, kıyafetleri, saçları,
bıyığı ve hatta hep kola içmesi
ve geğirmesi karakteri tamamlayan ayrıntıların
üzerinde sıkısıkıya
çalışıldığını gösteriyor.
Çocuğuyla futbol oynayan Escobar o sırada
adamlarına insanları öldürmeleri
için emir verebiliyor.
Parası olmasına rağmen
elitler klübüne asla kabul edilmemesi onu çileden
çıkarıyor ve daha çok bileniyor. Erişemediği
ciğere pis diyor. Belki de bu dışlanma yüzünden
fakir kökenlerine daha çok sahip çıkıyor.
Önceleri bize az da olsa sempatik sunulan karakter gözümüzde
gittikçe şeytanlaşıyor ve hak ettiği
yere oturtuluyor. Hikayede Escobar bir yerden sonra gerçeklikle tamamen bağını koparıyor.
Bir sahnede doğa kendisini dinlemiyor diye isyan ediyor. Tam bir tanrı kompleksi
geliştirerek, sadece kendi dediği şeyler yapılmadığı için
tüm bir ülkeyi kaosa sürüklemekte
beis görmüyor.
Son olarak söylemeliyim ki dizide anlatıcı kullanılması hiç sırıtmıyor,
aksine anlatıcı izleyicinin kaçırabileceği
ayrıntıları göstererek
hikayeyi perçinliyor. Zaman zaman hikayede geçen olaylarla alakalı gerçek
görüntülerin izleyiciye gösterilmesi,
fantezi öğeleri içerse de, aslen gerçek
bir hikayeyi takip ettiklerini izleyiciye hatırlatıyor.