Kiralık Aşk: Korkma uzan, tüm renklerim parmaklarının ucunda...
29 Ağustos 2015
Oysa böyle bir rüzgar ancak lodosa döner, yağmurdan kaçan doluya tutulur, bu kadar sabreden derviş lal dudaktan olan muradına en efsane şekilde ererdi, benim yine bozulan ezberime göre... Gelin görün ki rastgele bir akşam vakti, kepenklerini indirmiş bir çay bahçesinden sahile yürürken, parmaklarında hala çitlediği çekirdeğin tuzu; rüzgarı, fırtınası, kapısı olmayan uçsuz bir gökyüzü altında birleşecekmiş onların elleri, velhasılıkelam.
Burada dört gözle beklediğimiz o tutkulu bakışların, ateş olup yakan sözlerin, içinde bastıramadıkça yükselip tizleşen seslerin yeri yoktu artık... Ömer Defne’nin ellerini bu kez tutup çekiştirmeden, avuçlarında ısıtıp sarmalayıp götürmüştü kalbine. Bir alt katman açılmış, dem rengini almış, sevdaya dahil olan o teslim olmuşluğun, yanıp kor olmuşluğun, dinginlik ve huzur dolmuşluğun mutluluğu Ömer’in dudaklarından Defne’nin kalbine dökülüvermişti. Ben artık eminim diyordu; şüphe etmelere, o “Gelmesin mi?” “Buralar alev almasın mı?” demelere, “Anlatırdım ama istemezsin.” diye geri çekilmelere gerek kalmamıştı. Ve ben bu ikisinin arasında daha tutkulu ne olabilir ki diye düşünmeyi bırakmaya karar vermiştim; çünkü her defasında ofsayta düşmek de bir yere kadardı!
Bu son - ki aslında bölümün tümü genel olarak- beni, gerçekleştirmediği beklentilerine karşın değil tam olarak o eksiklikler sebebiyle mest etmişti işte yine. Bir bölümde daha itiraflar edilmemiş, kavuşamayan dudaklar nihayetinde yine vuslata ermemişti işte, kağıt üstünde bakınca. Ama hepsinden derin, çünkü hepsini gün geldiğinde taçlandıracak bir şeyler inşa etmeye başlamıştı Ömer ve Defne; kapısını mütemadiyen birilerinin zorlayıp durduğu dünyalarında. Şefkat, merhamet, güven... Ömer’in bugün kapatıp kilitlediği yalnızca odasının kapısı penceresi değildi; Defne’nin zaaflarına, kırıklıklarına, korkularına da siper olacağını gösteriyordu farkında olarak veya olmayarak. Aralarında aşk kadar büyük - ama bu aşk gibi suratlarına tokat gibi inmeyen - yavaş yavaş keşfettikleri bir bağlılık var; ve bu aşktan, tutkunluktan öte, benzerliklerden ve farklı zamanlarda farklı dünyalarda aynı acıları yaşamışlıktan ileri geliyor.
Belli bir düğümün çözümü olarak bir anda ortaya çıkacak bir “farkındalık” da değil bu; günbegün ilerleyen ilişkilerini ören, onu birbirine tutturan parçalarda gizli. Bu yüzden içlerine ilmek ilmek işleyip, Defne’yle Ömer’i birbirleri için vazgeçilmez yapacak. Mesela Ömer’in ayakkabıyı annesinin dans ayakkabılarından esinlenerek yapmasının Defne’nin dikkatini çekişi geçen bölüm; tüm o keşmekeşin arasına serpilen bit tutam tuz gibi... Bu bölüm Defne’nin içinden bir kaplan çıkaran zaafları; kimsesizlik, sahipsizlik... Ömer’in geçmişindeki benzer kırılmışlıklar... Bu sahnede Ömer’in gözlerinde yine bir tutkunun, vurulmuşluğun gölgeleri vardı, ama bir başka türlüsünün bu kez; sevdiğine derman, acısına ortak olabilme arzusunu taşıyan bir tutkunun. Oracıkta konuştukları kadar konuşamadıklarıyla da anlaştıklarını, sarılınca bir daha bırakmak istemediklerini anladık hepimiz. Sadece bakışmak, atışmak ya da koşuşmak değil; bazen de sadece birbirleri için orada durup kalabilmek de vardı bu işin fıtratında.
İşte bu yüzden güçlü ve derin bir şekilde birbirlerine bağlandıktan sonra yaşayacaklarını yaşamaları gereken bir çift Ömer ve Defne; çünkü yaşayacaklarında paylarına düşecek acılar var. Bu yüzden olayların sıralanışı ve kurgusu hala benim açımdan en olması gerektiği yerde. Beraber ağlamalarını görmek için sabırsızlanacak kadar mazoşist ruhlu olduğum doğrudur, Defne’nin Ömer’in dedesi konusundaki kırılmışlıklarına eğileceği ve onları barıştırmak için çabalayacağı günleri iple çektiğim kadar.