Sıdıka'nın annesi Safiye Hanım'ı hatırlamayan var
mıdır? Sıdıka baskılara dayanamayıp intihar etmekle tehdit edince ''Canına kıy
da baban gebertsin seni'' diyen Safiye Hanım Türk televizyonlarının unutulmaz
karakterlerinden biriydi. Bugün bile aynı canlılıkta hatırlıyoruz onları.
Onları izlediğimiz yıllarda evimizin salonu daha sıcaktı, hayatın renkleri daha
belirgindi sanki. Daha çok gülüp daha az ağlıyorduk. Daha çok neşelenip daha da
çok umut doluyorduk.
Baskül Ailesi'nin Zerafet Hanım'ı bedeniyle barışık,
çocuklarına bağlı cıvıl cıvıl bir kadındı. Kızlarıyla olan neşeli halleri,
kocasıyla olan çekişmelerini hatırlarken bile gülümsüyorum. Kaynanalar dizisi ise
bir dönemin fenomeniydi. Tijen Hakmen ve Nuriye Kantar'ın maceraları feci
biçimde yaşanmışlık kokuyordu. Kaynanaların çekişmesi evlilik hayatı tarihimizin
en eski ama en etkili gerçeklerinden biri değil miydi? Yine de biliyorduk ki,
günün sonunda her şey tatlıya bağlanır, kafalar yastığa huzur içinde
yatırılır...
Fedakarlık ve özveriyi de onlarla tanıyorduk işte.
Baba Evi'nin Nurten'i, Hayat Bağları'nın Nurhayat'ı ve İkinci Bahar'ın Hanım'ı
bize gözyaşının da kıymetli olduğunu masal dilinde anlatıyordu. Çünkü anlıyorduk
ki hayat zor, fakat bizim için gülümseyen bir çift göz her şeyi değiştirir. Anneler
her şeyi değiştirir...
Hayat değişti ama fedakarlık kavramı hep asılı kaldı
annelerin hayatında. Binbir Gece'nin Şehrazat'ının oğlu için yaptığı fedakarlık
hala kalbimizde buruk bir yaradır. Öyle Bir Geçer Zamanki'nin Cemile'si şiddete,
kedere ve yoksulluğa baş kaldırmıştı. Yemeği bizlere pay edip, şayet yemek kalırsa
kendi tabağına koyan annemizin suretini görmüştük onun acıya bulanmış
suratında. Dramadaki fedakarlık alışık olmadığımız bir biçimde değişmiş gibi görünüyordu. Oysa ki değişen şey erkeklerin hükmünün daha fazla ekranlara yansıtılmasıydı. Kadının çaresizliğinin aksine annenin çaresizliğinin çok daha can yakıcı olmasıydı.

Annelik deyince akla gelen isimlerden biri Aliye olur. Ailenin temelindeki güven hissini en acı şekilde, ihanetle kaybeden bir kadındı o. Uğradığı haksızlığın üstüne çocuklarına olan hasreti parçalanmış ailelerin hüznüne denk düşüyordu o yıllarda. Ne yaşarsa yaşasın 'çocukları için' acıyı bal eyleyen annelerimiz de vardı çünkü. Sesi cılız, öfkesi derinlerde anneler... Bazen sesleri yükselir gibi olurdu da gelecek hayallerini çocuklarının kanatlarına bağlayarak dudaklarını ısırırlardı. Hayat bu kadar işimize işlerken, hayatın içini içimize döken işlerden etkilenmek kaçınılmazdı işte.

Sonra devir değişti, e tabii anneler de değişti. Bir
şeyler oldu bize, gülüp eğlenmek yanımıza kâr kalmadı. Anneler renkli
kurabiyelerini kenara bırakıp ellerini entrikanın kapkara tozuna buladılar.
Muhteşem Yüzyıl'da Hürrem kaostan ve kandan beslenirken haklılığını anneliğine
bağladı. Çocuklarını başkalarını incitirken kullandığı bıçak haline getirirken
bile devam etti buna. O Hayat Benim'in Nurhan'ı kızının başka bir insanın
hayatını çalabilmesi için elini kana bile buladı. Kızının yalancı ve eğreti
hayatından rahatsız olmak yerine paranın ve gücün ışığıyla kör oldu. Kiraz
Mevsimi'nin Önem'i klasik ''Oğlum neyini beğendi bunun'' tepkisini çok daha
ileriye götürdü. Çevirmedik dolap, girilmedik entrika bırakmadı. Karagül'de ise
birçok anne örneğiyle aynı anda karşılaştık. Kadriye bir çatı gibi evlatlarının
üstünü örtmeye çalışırken torununu öz annesinden koparmakta beis görmedi. Narin
o bebeği olanca şefkatiyle sarmalarken iki hayatı birden yerle bir ettiği
gerçeğini tozlu raflara kaldırdı.

Peki her şey nasıl böylesine derinden değişti?
Aslında hiçbir şey bir gecede olmadı. Zamanla hepimizin hayatlarına yerleşen
tüketim çılgınlığı, toplumsallık yerine bireysel kalma hırslarımız, güce ve
iktidara olan tutkumuz gerçek yaşamda olduğu gibi dizi karakterlerinin de evrilmesine
neden oldu. Dizilerde eşitlikçi ve neşeli ailelerin yaşadığı ufak şirin evler
yerini kapı ardında fısıltıların kol gezdiği devasa yalılara bıraktı. Aşk-ı
Memnu'nun Firdevs Hanım'ı fısıltıların efendisi sıfatını kazanmak için çok fazla
sahtekarlıkla iç içe geçti. Haklılığın bağlandığı kavram yine annelikti.
Çocuğunun iyiliğini isteme biçimleri nasıl böyle acımasızca değişmişti?
Mutluluk nasıl huzurdan, renkli balonlardan, sıcak bir yemekten sıyrılıp
şatafatlı kostümlere ve uçak hızında arabalara dönüşmüştü?
Çünkü hayat zorlaştıkça acıyı benimsemiştik. Gözyaşı
hayatımızda giderek daha da normal bir şey haline geldi. Neydi ki canım, alt
tarafı gece yatağı cehennem eden huzursuzluklar.. Hem birazcık kederden kim ölmüştü
ki? Entrikayı, zorlukları ve sonra o zorlukların aşılmasını sevmeye başladık. O
zorlukların aşılmasının bize yeterince lezzetli gelmesi için zorlukların bizi
eğip bükmesi lazımdı. Yalnızca anneler değil tüm karakterler dönüşüm geçirdi
dizilerde. Kötü karakterler daha inandırıcı ve çoğu zaman haklı gelmeye
başladı. Çünkü yaşanmışlıkların insanı değiştirebileceğini artık biz de
biliyorduk. Çünkü bir noktadan sonra biz de geri dönülmez bir biçimde değişmeye
başladık. Öyle ki izlediğimiz haberlerde bile sadece olumsuzlar, kazalar ve
cinayetler vardı artık. Dünyada hiç iyi şeyler yaşanmıyormuş gibi...
Oysa ki ben sardunyaların kokusunu çok özlüyorum. Gülüşü
bahar saçan anneleri ekranlarda daha sık görmek istiyorum. Yediği dayağı
hazmetmeyen, iş yaşamında olunca ev yaşamında başarılı olamazmış gibi lanse
edilmeyen, tek arzusu bir erkeğin sevgisini kazanmak olmayan, kurnazlık ve
yalanla mutluluğa ulaşmak için her şeyi mübah görmeyen daha 'bizden' anneler...
Ekran gücü, dünyanın en mucizevi sihirlerinden biridir. Ülkenin en ücra
noktasındaki yoksul anne de izler, en merkezi yerinde lüks içinde olan da.
Mesele bu her yere ulaşabilen gücü doğru eğitim için kullanmak. Çünkü biz
izlediklerimize alışırız, biz izlediklerimizle yaşarız ve gün gelir
izlediklerimiz oluruz... Terlik tıkırtısının, demli çay buharının, uyku
öncesi sohbetlerinin eksik olmadığı nice güzel Anneler Günü geçirmenizi dilerim.
Annenizin kıymetini en çok da yaşarken bilin lütfen. Ve onlara kızarken altın
klişeyi anımsayın:''Senin gibi çocuğun olunca anlarsın!''
Güzel günler.