Yeraltından Notlar: Alkışladım, Taşladım

Yeraltından Notlar: Alkışladım, Taşladım
Moda Sahnesi'nin Aralık ayında prömiyer yapan Yeraltından Notlar'ını İzmir'de, Hülya-Özdemir Nutku Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali kapsamında izleme şansım oldu. Kemal Aydoğan'ın Dostoyevski'nin romanından uyarlayıp yönettiği oyun, Gökhan Azlağ ve Sinem Kurt'un performansları ile seyirciyle buluşuyor. Oyunun çarpıcı sahne tasarımı ise Bengi Günay imzası taşıyor.
 
Dostoyevski'nin yeraltı adamı çok öfkeli bir adam. Hayata öfkeli, patronuna öfkeli, arkadaşlarına öfkeli, tanıdığı-tanımadığı herkese öfkeli, en çok da kendine öfkeli. Cümleyi, "çünkü kendine öfkeli" diye de tamamlayabilirdim lakin neyin sebep neyin sonuç olduğu net değil. Yalnızlık mı onu böyle biri yapmış yoksa böyle biri olduğu için mi yalnız? Mutsuzluk mu onu böyle tahammülsüz yapmış yoksa tahammülsüz biri olduğu için mi mutsuz?
 
Bunları bilmiyoruz, bildiğimiz, her konuda oldukça sert, köşeli fikirleri olan, herkesi ve her şeyi acımasızca yargılayan, dayatmalara karşı olan fakat zihnindeki şablonları dünyaya dayatmak isteyen yalnız ve mutsuz bir adamla karşı karşıya olduğumuz. Okurken, izlerken bile yoruluyoruz yer yer.
 
Yeraltı adamını düşünürken Adamlar'ın Ah Benim Hayatım şarkısı dönüp duruyor zihnimde, "Ne bulsam bana benzeyen/ Alkışladım, taşladım" sözleriyle başlayan. Zira yeraltı adamında en çok bunu görüyorum; kendinde bulduğu her şeyi ölçüsüzce övüyor, nefret ettiği her şeyi kendinde de bulduğu için hem onlardan hem kendinden nefret ediyor ve bu iki durum zamanla iç içe geçip yine onun ayaklarına dolanıyor.
 
Romanı okumayanlarımız için eminim oyun oldukça çarpıcı sözler ve tavırlarla dolu. Önceleri hak versek de ilginç fikirlerine, kendimizi onun yanında bulsak da, zamanla, yeraltı adamı kendini, dilini sivrilttikçe ona mesafe alıyoruz. Temkinli bir uzaklıktan bakmayı seçiyoruz. O kendi dünyasına gömüldükçe de mesafemiz büyüyor, aradığımız anlam azalıyor. Romanı okuyan, yeraltı adamını tanıyanlar için oyun metninde, yeraltı adamının söylediklerinde elbette şaşırtıcı bir şey yok. Bu durumda bütün dikkatimiz sahnedeki oyuncuda. Gökhan Azlağ'ın eksiksiz oyunculuğu, dikkatimizin dağılmasına, gözümüzün, aklımızın başka yerlere kaymasına izin vermiyor ama bir de sahne tasarımı var ki, günler boyu incelemek ve hakkında konuşmak isterim.
 
Salona girdiğimizde yeraltı adamını sahnede, kendisi için hazırlanan platformda dolanır ve elindeki yumakları platformda yer alan tokmaklara dolarken buluyoruz. Bir düzeni, bir kuralı, ortaya çıkarmaya çalıştığı bir motifi var gibi görünmüyor. Bir motifinin olmaması, bir amacının da olmadığını düşündürüyor. Tek derdi bağlamak, konuları bir bir kapatmak, aksi fikirleri susturmakmış gibi… Tokmak sözcüğünü rastgele kullanmıyorum, platforma çakılı o nesnelerin yalnızca görünüşleri nedeniyle tokmağa benzediğini değil, sembolik olarak da kapatılan kapılarla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Yeraltı adamı zihninde ve kalbinde kapılar kapatıyor ve yeniden açılmamaları için onları hem oldukları yere, hem de birbirlerine bağlıyor sürekli. Böylece hem onları yeniden düşünmesine gerek kalmıyor hem de o düğümler arasında kendini daha güvende hissediyor. Metaforu biraz daha zorlamak pahasına, tokmakların köşeli olmasının da kasıtlı olabileceğini, zinhar törpülenmeyen köşeli düşünceleri temsil edebileceğini ekleyeyim.
 
Oyun boyunca tokmaklara sarıp durduğu ipler nihayet onu hareketsiz kılan bir hal alıyor. Ağa takılmış balık gibi çırpınışları faydasız artık. Kendine koza örmeye çalışırken kendine tuzak kurduğunu fark ettiğinde, bunun için geç kaldığını da anlıyor. Geriye, heba edilmiş bir ömür ve elleri boş bir adam kalıyor.

Amatör fotoğrafçılığımın kusuruna bakmayınız; fotoğrafları, bir yerlerde kullanma amacıyla çekmemiştim.
 
Yeraltı adamına can veren Gökhan Azlağ bu oyunda yalnız değil, ama onun tokmaklar ve iplerle ördüğü oyun alanı yalnızca ona ait. Liza karakterini canlandıran Sinem Kurt, Azlağ ile birlikte sahnenin üzerinde fakat onun oyun alanında değil. Bu da bana, Liza'nın bir hayal yahut halüsinasyon olduğu fikrini veriyor. Romanın ruhuna da uygun bir yorum bu bence. Liza diye biri hiç olmayabilir veya Liza gerçek, onunla yaşananlar ise yalnızca yeraltı adamının düşü olabilir; bu, anlatıdan hiçbir şeyi eksiltmediği gibi, hikâyenin sonunu da daha çarpıcı kılar. Kurt'un kendini hep bir adım geride tutuşu, sakin ve küçük oynamaktan hiç vazgeçmemesi de hem bu düşüncemi destekliyor hem de oyunun büyüsünü güçlendiriyor.
 
Yazımı bitirirken Moda Sahnesi'nin #ödemiyoruz eylemi hakkında da birkaç söz söylemek isterim, hem konumumu belli etmek hem de henüz duymayanları bu eylemden haberdar etmek için. İçinden geçtiğimiz ekonomik kriz, Türk lirasının günbegün değer kaybetmesi ve elektrik faturalarına gelen fahiş zamlar hepimizin malumu. Bu ortamda Moda Sahnesi, kendilerine gelen elektrik faturasının ödenemez olduğunu, özel tiyatroların yaşaması için devletin bir sorumluluk alması gerektiğini ilan ederek faturayı ödemeyeceklerini açıkladı. Bu eylem, devletin, yaşamsal bir ihtiyaç olan enerjiyi sağlama işini özel şirketlere devretmesinden sanat faaliyetlerini destekleme görevinin ödenekli olmayan tiyatroları da kapsaması çağrısına pek çok tartışma konusu açıyor ve bence, yalnızca bu tartışmayı açması bakımından bile değerli bir eylem bu. Dilerim, tartışmaktan fazlasını elde edebilirler, edebiliriz. Moda Sahnesi'nin sosyal medya hesaplarından konuyu ve tartışmaları takip edebilirsiniz. Ben, T. C. Anayasası'nın ilgili maddesini buraya kopyalayarak bitireyim:
 
XII.  Sanatın ve sanatçının korunması
Madde 64 – Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.
 
 
Künye:
Yazan: F.M.Dostoyevski
Çeviren: Hilal Eren
Oyunlaştıran-Yöneten: Kemal Aydoğan
Oynayanlar: Gökhan Azlağ, Sinem Kurt
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Yönetmen Asistanı: Cem Burçin Bengisu,  Duygu Tunç 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER