Üç sezondur Kraliçe’nin baskın kadın figür olarak arz-ı endam ettiği The Crown, bu sezonunda üç ayrı kadının hayatına odaklanıyor. Görkemli Kraliçe Elizabeth, hırslı Başbakan Thatcher ve yalnız Prenses Diana…
Babasının ölümüyle Kraliçe tahtına oturan Elizabeth’in kraliçeliği, yönetmeyi öğrenmesi yıllar aldı. Yönetmeyi öğrenirken arka plana attığı, belirli kalıplar içerisinde yaşadığı anneliğini sorgulaması ise olgunluk dönemine denk geldi. Çocuklarının hobilerini kraliyet çalışanlarından öğrenen Elizabeth’in karşısında çocuğu için kraliyet programını değiştirten Diana var. Bir de çocukları arasında ayrımcılığı saklama ihtiyacı duymayan Margaret Thatcher. Bu üç kadının ortak noktalarından biri olan annelik, sezonun da en göze çarpıcı temalarından biri.
Bu temanın odağındaki en güzel bölümlerden biri, 4.bölümdü. Elizabeth’in çocuklarıyla tek tek bir araya gelmesi, onları dinlemesi, kendini sorgulaması… Yaşanmış günlerin hislerle yoğrulmasını, o görkemli basamaklarda duyguları da hissetmeyi seviyorum. The Crown’ı diğer kraliyet işlerinden farklı bir yere koyan özelliklerden biri de bu şüphesiz.
Kraliçe çocuklarını dinlerken keşke en başında Diana’yı da dinleseydi dedim. En başından yanlış olduğu bilinen bir evliliğin ortasında oradan oraya savrulan, kah koca sarayda yalnızlığıyla odasına kapanan, kah gözler önünde ışıl ışıl parlayan Diana bu kadar yıpranmazdı. Saraydasın ama yalnızsın. Görkemli aynasında hüzün dolu gözlerle kendini seyrederken, prens o hiçbir zaman vazgeçemediği kadının yanında kahkahalar atıyor. Taş olsa çatlar!
Diana’nın hikayeye girişi, ilk sezondan beri bildiğimiz bir
şeyi daha da görünür kıldı. Kraliyet ailesinin bencilliğini… Prenses Margaret’ı da Diana’yı
da bunalıma sürükleyen aynı şey; tacın gücü. Taç; aile içindekileri mutsuzluğa
iterken, ailenin dışında kalanlara da dokunuyor. Sadece ülke vatandaşlarına değil,
uzak akrabalara da bencilce yaklaşılıyor. Kuzenlerin hikayesi bunun sadece bir
örneği. Fagan olayı ise ailenin hem topluma uzak, hem de kendi içlerinde dahi korunaksız
olabileceğinin göstergesi.
Kraliyetin toplumla bağı, dönemin başbakanı Thatcher da yine
sezonun en merakla beklenen karakterlerinden biriydi. İngiltere’nin ilk kadın
başbakanı Thatcher da, odağına gücü alan bir lider. Gerek siyasi kararlarında,
gerek aile ilişkilerinde odağına aldığı ‘güç’ kavramı üzerinden kadınlara bakış
açısını da gösteren Thatcher ve Elizabeth’in karşı karşıya geldiği sahneleri
hep sevdim. Thatcher ve Elizabeth’in arasındaki gerilime konu olan 8. bölüme ise
bayıldım! Hele bölümün açılışı, Claire Foy ile kısacık karşılaşma, hikayenin
bağlanışı nefisti.
Kraliyet ailesinin av düşkünlüğüyle iç içe geçen nefis
kurgusuyla Lord Mountbatten’ın ölümü de sezonun en beğendiğim kısımlarından
biriydi.
Olivia Colman; kraliçeliğe daha da ısınmış, olgunlaşmış.
Emma Corrin; Diana’nın ışıltısını, çekingenliğini, hüznünü çok güzel taşımış. İlk
sahneden beri karakterine dair ne hissedeceğimi bilemediğim Gillian Anderson ise tam bir
Margaret Thatcher olmuş.
Görkemli, duygusal, nefes kesici… Sezonun bende bıraktığı
his tam olarak bu. Özellikle ikinci yarısında nefesimi tutamadığım, mükemmel
bir sezon sundu The Crown. Bu işi gerçekten çok seviyorum.