The Crown: Kozasından çıkmaya çalışan kelebekler gibi

The Crown: Kozasından çıkmaya çalışan kelebekler gibi
Hükümdarlığı ve monarşisi yüzyıllar öncesine dayanan İngiltere Krallığı tarihini evlerimize getiren The Crown dizisi, dördüncü sezonuyla ekranlara hızlı ve bir o kadar da sarsıcı bir giriş yaptı.
 
Benim için sezonlarının sürekli olduğu yapımlarda muhakkak bir giriş, gelişme ve sonuç sezonu dizgisi görmek önemli oluyor. The Crown’un geride bıraktığımız ilk üç sezonunda bu dizgi sadece “giriş” sezonlarını görerek gerçekleşti. Dizi bir türlü gelişme sezonuna geçemedi. Ama dördüncü sezonu izleyince bu sezonun baştan aşağıya “gelişen, sürüp giden ve aktıkça akan” bir sezon olduğunu gönül rahatlığıyla size söyleyebilirim.
 
The Crown’un dördüncü sezonu monarşinin 1980’li yıllarını anlatan, bu yıllarda İngiltere’de yaşanan siyasi, politik ve insani olaylara odaklanan bir sezon. İngiltere’nin ilk kadın başbakanı Demir Leydi lakaplı Margaret Thatcher, sezonun en ana karakterlerinin başında geliyor. Muhafazakarların ve Cumhuriyetçilerin iktidar yarışında fark atarak ipi göğüsleyen Demir Leydi böylelikle kraliçenin de hayranlığını kazanıyor. Kendi kurduğu kabineyle kendi ideolojisiyle ve kendi atılımlarıyla yönetimde söz sahibi olmak isteyen Thatcher; sert, yer yer acımasız ve fazlaca da meydan okuyan tavırlarıyla ve derin politika bilgisiyle ülkede bir vizyon ediniyor ve hayran kazanıyor. Kraliçe ikinci Elizabeth ülkesi için hep en iyi olanı istese de Thatcher de gördüğü “Bazen bir ipte iki cambaz gayet rahat oynayabilir.” Tavırlarından pek de hoşnut değil. Önceki sezonlarda baskın kadın figürleri olarak sadece kraliçeyi görürken bu sezonda monarşinin ve siyasetin denge terazisi iki kadının elinde ve eşit dengede duruyor.
 
Tarihe adını dünya prensesi olarak yazdıran, kendine has kişiliği, kraliyetle çoğu kez ters düşen dünya görüşleri ve halka olan o en samimi cana yakınlığı ile gönüllerde taht kuran Prenses Diana, yine bu sezonun olaylarını da durumlarını da heyecanlarını da üzerinde toplayan isimlerden oluyor.
 
Diana, gönüllü olarak çalıştığı anaokulunda insanların hayatına sevgiyle değip dokunan bir genç kızdır. Yaşam amacı içinde büyüyen sevgileri herkese dağıtabilmek, her coğrafyaya ulaşabilmek ve hayatın içindeki mucizeleri herkese gösterebilmektir. Galler prensi Charles ile tanışıp olağanüstü hızlı bir şekilde ailenin gelin adayı olarak kabul gördükten sonra Diana’nın hayatında yepyeni bir süreç başlıyor. Prenseslik eğitimleri, gittiği her köşede karşısına çıkan gazeteciler, bitmeyen kısıtlamalar ve yasaklar silsilesi… Bir de bunların üzerine kocasının eski aşkı olan ama hayatından da bir türlü çıkamayan kadın Camilla hayatlarının odağına yerleşiyor. Diana bu şaşalı, ışıltılı hayatın prensesidir ama hep yalnızdır. Bu yalnızlıkta tek dayanağı tek umudu kocası Charles’tır. “Hayatınızın aşkını bulduysanız onu sıkıca tutun ve bir daha asla bırakmayın.” der Diana ama aşkı bunca sınav karşısında daha ne kadar direnecektir, hatta direnebilecek midir kendisi de bunu bilmemektedir…
 
Gelelim ülkenin annesi, tacın mutlak sahibi Elizabeth’e. Bu sezonun Elizabeth’i hep monarşi ve sadece İngiltere diyen aşırı politik ve siyasal bir Elizabeth’ten çok anne Elizabeth’ti. Ülkeyi yönetirken evlatlarını sevgisiz ve ilgisiz bıraktığını düşünen kraliçenin duygularının derinliklerine inebilmek, onun da kaygıları, korkuları olduğunu görebilmek ziyadesiyle güzeldi. Dönemin siyasi çalkantıları ve siyasi isimleri sezonun olay örgüsünü elinde tutarken, kraliyet ailesi üyelerinin ruhsal sancıları, yalnızlıkları, yapmak isteyip de yapamadıkları dizinin durum örgüsünü destekleyen taraf olmuş. Sezondaki olay- durum dengesine büyük ölçüde özen gösterilmiş.
 
Sezonun diğer yeni bir noktası, karakterlerin ve kişilerin fazlalaşmış olması. Ama bu karakterlerden hiçbiri diğerini gölgelememiş. Ne Diana’nın hikayesi üstün tutulmuş, ne de Demir Leydi’nin. Hepsinin hikayesi eşit oranda sezona dağıtılmış. Buradan anlıyor ve görüyoruz ki dizinin senaryosu da büyük bir titizlikle oluşturulmuş.
 
Gelelim oyunculuklara, benim bu sezondaki oyunculuk anlamında en büyük acabam Prenses Diana’yı canlandıran Emma Corrin’e karşıydı ama Corrin beni çok yanılttı. Prenses Diana ile bütünleşen o duygu dolu bakışları, çocuksu mimikleri üzerine çok güzel giymiş ve bunla da kalmamış oynadığı her sahneyi duyguları vere vere canlandırmış. Özellikle Diana’nın her fırsatta söylediği hayatımın en sancılı dönemiydi dediği sarayda prenseslik eğitimi aldığı süreci, bu süreçte başlayan yeme bozukluklarını ve ağlama nöbetlerini dersini çalıştığı belli nitelikte canlandırmış. Öyle ki bu sahnelerin çoğunda gözyaşlarımı tutamadım… Genç yıldıza bu rol eminim ki birçok güzel kapıyı açacak.
 
İngiltere’nin ilk kadın başkanına ise Gillian Anderson hayat vermiş. Thatcher’in kendine has o dinleyiciyi yoran ağdalı üslubunu, donuk surat ifadesini, başbakanlık sürecindeki hırslarını sezonun her bölümünde bizlere hissettiren Anderson, bu bire birliklerle Demir Leydi rolü için en doğru isim olduğunu da herkese göstermiş oldu.
 
Kraliçe Elizabeth’i canlandıran Olivia Colman’a ise zaten diyecek söz yok. Kraliçenin sezon boyu sürüp giden içsel hesaplaşmalarını, ailesine karşı kendini yetersiz hissedişini çok güzel sırtlamış. “Bir ülkeyi mi yönetmek daha zordur yoksa anne olmak mı?” sorusuna cevap arayıp duran Elizabeth’in bu yanını görmek ona bu açıdan bakabilmek gayet keyifliydi.
 
Sadece dönemin siyasal olaylarının baskın geldiği bölümlerin arasına yerleştirilen yemek sahnelerinde tüm kraliyet ailesi üyeleri en doğal en kendileri oldukları hallerinde karşımıza çıkıyor. Bu yemek sahneleriyle bölümün kasvetini azaltmak, izleyiciyi rahatlatmak amaçlanmış.
 
The Crown’un bu sezonunda, karakterlerin hepsinde bir özgür hissetme, ruhsal anlamda huzurlu olma arzusu var. Özellikle de dizinin kadınlarında. Elizabeth evlatlarına karşı daha özgür bir anne olabilmek için Diana âşık olduğu adamla dilediği hayatı yaşayabilmek için Thatcher ise ilkelerinden sapmadan ülkeyi yönetebilmek için hapsoldukları benliklerinden kurtulmaya çalışıyorlar. Aynı kozasından çıkıp özgürce uçmayı ümit eden kelebekler gibi…
 
Saraylarda da yaşasak, etrafımızda bir sürü insan da olsa, prenses ya da kraliçe de olsak hepimizin bütün sıfatlardan bütün sorumluluklardan arınıp sadece kendimiz olmak istediğimiz sadece “insan” olmak istediğimiz anlar oluyor. The Crown bu sezonuyla büyük sıfatların altında küçücük hayatların küçük isteklerin olduğunu, olabileceğini bizlere göstermeye çalışmış. Hepimiz zaten kendi hayatlarımızın kraliçeleri ya da kralları değil miyiz? Önemli olan bu süreçte kim olduğumuzu unutmamak ve insan olduğumuzu hep hatırlayabilmek…
 
The Crown ile ilgili size anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Dizinin diğer sezonlarında ben yine burada olacağım, sevgiyle ve her daim “insanca” kalın.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER