Aşk 101: Karanlığın rengini bilmem, aydınlık ne demek?

Aşk 101: Karanlığın rengini bilmem, aydınlık ne demek?
Bir hikayesi olan şeyleri aradım şimdiye kadar. Bir şeyleri hatırlatan, önemseten, belki çokça da özleten şeyleri. Farklı olan her rengin ismini arayıp hayatımda bir yere yerleştirmek, kuytu köşede unuttuğum ya da es geçmeyi tercih ettiğim şeyleri anlamlandırmak istedim. Öyle de bir dönemde tanıştım bu hikayeyle. Ve zaten bir hikayesi de var tanıştığım herkesin. Kimisi gördüğünü yansıtmaya çalışıyor, kimisi de tanıma fırsatı bulamadığı her şeyi, kitapların keskin kağıtlarına saklanan cümlelerde aramaya tutunuyor.

Farklarda benzerlik arama gayeleri olmasa da ortak bir kümede kesiştirebiliyorum her birini. Çokça tanıdık bir hikayesi olan Kerem’le tanıştım önce. Bir insanı yüceltmek için gerekli olanın, maddiyata dayatılan güç olmadığını söylemek istedim. Sonra her gayemizi para üzerine inşa ettiğimizi anlattı Osman. Bu defa da susup dinledim. Haklıydı. Biz, her soyut hissi somut bir nedene bağlamayı başaran bir dünyada yeşerterek kazandık benliğimizi. Sinan geçti hemen karşıma. O kadar yabancı olduğu dünya hakkında binlerce sayfa gezmesiyle yüzleştim, yaşanmadan tecrübe edilen her şeyin tortusunun kaldığını gördüm bir defa daha. Porselenleri teker teker toplamaya gücü yeten bir babanın bambaşka bir ruhu karanlıkta bırakıp giderken aslında neleri kırıp dökebileceğini düşündüm.  Neden farklı olan her şeye karşı tüm perdeleri çekip karanlıkta bırakma ihtiyacı duyuyoruz diye de sorguluyorum şimdi bu yazıyı yazarken.

 

İlk hikayeyi duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Ve bir sonraki duyuşum da hikayenin derdiyle çok ters düşen bir gayenin yapılmaya çalışılmasıydı. Osman’ı herkesle aynı olmaya zorlamak. 

Biz, farklılıkları tanıyıp kendi hayatlarımıza uydurabilmeyi ne zaman öğreneceğiz, ne zaman herkesin bambaşka bir ruhu olduğunu kabulleneceğiz diye sorguluyorum. Farklı renkleri tanımaya çalışsak bambaşka şekilde boyayabiliriz hayatlarımızı. Yeni hikayeler yazabilir, bambaşka dünyalar yeşertebiliriz kendi gölgemizde. Ve zaten biz, sadece farklıyı kabul ettiğimizde nasıl özgürleşilir öğrenebiliriz.

 

İzlerken hep kendi istediği kadarını anlatan insanlar gördüm. Bir adım öteye gidip öğrenmek istediğim onlarca şeyi barındıran bir yanım olduğu kadar, heyecanımı gelecek sezonlar için diri tutan bir tarafım da vardı. Çok fazla gençlik dizisi izledim şimdiye kadar. Her izlediğim dizide de, farklı bir çağı yaşamış senaristin kaleminden dökülen gençlik anılarını dinlediğimden midir bilmiyorum ama uzak hissettim. Bu defa izlediğim hikayede, absürt gelen onlarca şey olmasına rağmen her gördüğüm sahnenin vermek istediği duyguyu hissedebiliyorum. 

Ve bana kalırsa Aşk 101’i bu kadar parlatan şey de anlattığı her absürtlüğün hikayeden uzaklaştırmak yerine hikayenin asıl derdinin ne olduğunu gösterirken fazlasıyla cilalayıp gerçeğe dönüştürmesiydi. Evet, her lisede öğretmeni ile ilişki yaşayan bir öğrenci yok. Ama her lisede, arkadaşı uğruna bir laboratuvar feda edebilecek dostluklar var. Her rock festivalinde ortam tanık olduğumuz gibi değil evet, ama çoğu genç kız böyle bir konsere gidebilmek için arkadaş referansına ihtiyaç duyuyor bugün. Unutulmaz kılınmak istenen doğum günleri için çok şey feda etmeyi göze alabilecek cesarete sahip bugün bu yaş grubunu yaşayan her insan. Absürtlükleri bu kadar eğretilemek yerine böyle şeylerin de varlığıyla yüzleşmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü eğer sıradan hikayeleri anlatan insanları dinlemeye devam edersek asla bugün baktığımız yerden farklı dünyaların da olduğunu görmeyeceğiz.


Örneğimiz Burcu Öğretmen olsun mesela. O kadar yakın ki hikayesi. Nişanlandığı insanın kendi ruhuna eşlik edemeyecek biri olduğunun kararını onlarca yüzlerce telefonla ödüyor mesela. Başka bir dünyada da, hayalinde kurguladığı mesleği tercih etmek büyük bir gençlik sancısı haline geliyor Eda için. Bununla birlikte ne yaşamayı tercih ettiğini söylemekten kaçınır, toplumun çizdiği kalıplara sığınır hale geliyor. Kendi hayatınla ilgili aldığın her karar, günümüzde ‘el alem ne der’ kılıfına giriyor. Hareket alanımızı kısıtlayan herkes, bizi içinde olmayı tercih etmediğimiz cümlelerin öznesi haline getiren insanlar. Bu şekilde kaybediyoruz soluklanacak alanımızı. Ve bugün çoğu insan kendi yazmadığı hayatın hikayesini yaşamak zorunda olduğu için kendinden vazgeçiyor.

 ''Kendin olmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu şimdi anlıyorum.''

İstanbul’u yaşamak istedim izlerken. Arkadaşlarla okul çıkışı gidilen börekçiler, bir sokak arasında çevrilen midye tepsisi, dar bir sokakta bulunan kokoreççinin alışıldık bir tadı bambaşka bir boyuta çevirebilmesi.. Bu tarz Türk yapımı her dizi de aslında bunları dünyaya aşılamamıza yardım ediyor. Umarım kendi hikayesini özgürce anlatmak isteyen her yapım desteklenir. Ve umarım özgürlükler, bir çerçevede sınırları çizilerek anlatılmaya mahkum edilmez.

Dizinin bana yeniden açıp onlarca kez dinlettiği şarkıları dinleyerek bitiriyorum cümlelerimi.

‘’Ay karanlık. Maviye çalar gözlerin, yangın mavisine. Rüzgarda asi, körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim düş benim. Ellere nesi? Hadi gel. Ay karanlık.’'

İrem.

 ''Zaaflardan anlıyorum. Aşk da zaafların en kötüsü, kendine saygını yitirirsin. O derece.''

''Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve gitmemiz gerektiğini söyler bize. Çünkü her şey çok fazladır, kumrular sakindir bir tek. Ama ben, kumru değilim.''


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER