Nasıl mücadele edeceğimizi bilmediğimiz şeyler var hayatta. Çeşitli nedenlerden doğan eşitsizlikler, haksız ön yargılar, aşılamayan egolar yüzünden kaybolan hayatlar... Yüzyıllar geçiyor, giyim kuşamımız yaşayış tarzlarımız değişiyor; görünüşte çağ üstüne çağ atlıyoruz ama insanlık olarak ilk çağlardan beri aşamadığımız durumlar hiç değişmiyor. Farklı nedenlerle birleşiyoruz, çoğunluklar oluşturuyoruz ve bu çoğunlukların egemen fikirlerine göre “normal”ler yaratıyoruz. Normallerimize uymayanı bizden saymıyoruz ve sonra onlar da kendi aralarında iki gruba ayrılıyorlar. Birinci grup kendi anormalliklerini “yeni normal”ler olarak bize dayatan kesim, çağlar boyunca değişen rejim değişikliklerinde öncü olan isimleri bu gruba dâhil edebiliriz. İkinci grup ise ne yeni ne eski normallere uymayan/uyamayan kişilerden oluşuyor; bunlar çoğunlukla seçim şansı olmayan bir kesimin üyeleri oluyor, tıpkı dünyaya nerede ve nasıl geleceğimizi seçme şansımızın olmaması gibi. Ezilen, hor görülen, kimi zaman dalga geçilen, sırf “farklı” yani “normal”lerine aykırı olduğu için acımasızca dışlanan kesim...
Aras Bulut İynemli’nin hayat verdiği Memo, yani Mehmet, köyde babaannesi (Celile Toyon) ve küçük kızı Ova’yla (Nisa Sofiya Aksongur) yaşayan temiz kalpli genç bir adamdır. O “normal” değildir. Çünkü kalbi kötülük bilmez, koyunlarına tek tek isim verecek kadar sevgi doludur. Hayattan beklentisi büyük zaferler ya da “normal”e uygun başarılar değil yalnızca sevdiği ölçüde sevilebilmektir. Babaannesi ve kızı mutluysa o da mutludur. Bir gün kızının istediği bir çantaya cebindeki para yetmeyince kızına, bayramda elma şekeri satarak o çantayı alma sözü vermesiyle başlar hikâye. Olaylar bir şekilde gelişir ve bunun sonucunda işlemediği bir suç üzerine kalır. Bundan sonrası tamamen bir sevgi öyküsüdür. Sevginin gücü adaletin sağlanmasına yetecek midir?
Filmi henüz izlemediyseniz yazının devamını izledikten sonra okumanız tavsiye edilir...
Aras Bulut yıllardır takip ettiğim bir oyuncu. Hâlihazırda listeme yazdığım bir isimdi ama Memo karakteriyle gözümde bambaşka bir yere taşındığını söyleyebilirim. Şu sıralar yer aldığı “Çukur” dizisinde canlandırdığı “Yamaç” rolünün yeni sezondaki başlangıç sahneleri geldi aklıma filmi izlerken. Hatta dedim acaba iki taraftan biri ondaki bu potansiyeli görüp mü devam etti? Gerçekten filmin başından sonuna kadar “Aras” yoktu, sadece Memo vardı ekranda. Ki bu denli zor bir rol için bu gerçekten büyük bir başarı. Filmde takdiri hak eden çok isim var ama Aras Bulut ve Sofiya gerçekten harikalardı.
Galadaki samimi hâllerinden de gördük ki yalnızca rol icabı değil gerçek bir sevgiyle bağlanmışlar bu da rollerine olumlu anlamda yansımış. İkilinin özellikle de dram sahnelerindeki performansı çok iyiydi. Cezaevindeki son görüşme sahnesinde Memo'nun idam edileceğini anlayarak verdiği tepki, kendisinden çok kızına bakacak başka kimse kalmadığı için duyduğu korku, ne yapacağını bilemez hâli karşısında Ova’nın çocuksu çaresizliği o kadar güzel geçti ki bize... O sahnede kalbi olup da ağlamayan kişi kalmamıştır sanıyorum.

Dram filmlerinden beklenen çoğu zaman sadece izleyiciyi ağlatmasıdır. Günlük koşuşturmacalar arasında gittikçe çevresine umursamazlaşan, acıyı normalleştiren kalbimizdeki taşlaşmaya yüz tutmuş yerleri uyandırmasıdır. Ama bazıları bunun da ötesinde farklı bir vizyon katmak ister eserine. Aslında aklımızdan hiç çıkmaması gerektiği hâlde bize unutturulan gerçekleri fısıldar bazen, ya da hesabı sorulmamış olanları. Yanından öylece yürüyüp geçmememiz gereken insanları hatırlatır. Bazen de ayna tutar bize. Sadece yaşadıklarımız üzerinden değil yaşadıklarımızı karşılayış biçimimizden, yapmıyorum deyip yaptıklarımız üzerinden bize gerçek bizi anlatır. Belki bir umut silkinir kendimize geliriz diye, belki hâlâ içimizde düzelecek bir şeyler kalmıştır diye, yaşama ve güzel bir geleceğe dair umutlarımızı yitirmeyelim diye.
“Yedinci Koğuştaki Mucize” de klasik bir dram filminden öte bir vizyonu, izleyiciye mutlaka ulaşması gereken bir mesajı olan filmlerden. Toplumların ön yargıları ve kişisel egoların yarattığı yıkımlar üzerinden bize bizi anlatıyor. İlk başta yanılsak da sonrasının bizim seçimimiz olduğunu anlatıyor. Yanıldığımız gerçeğiyle yüzleşince koğuş sakinleri gibi yarattığımız yıkımı telafi etmek için çabalayacak mıyız yoksa Yarbay Aydın gibi hata yaptığımızı örtmek için yeni bir hata mı yapacağız? Hatalarımızın esiri mi olacağız yoksa kaybetmeyi göze alıp özgürlüğümüzü kazanmayı mı seçeceğiz?
Sizin cevabınız ne olur bilemem ama filmin final sahnesiyle bu sorulara verdiği cevabı ben çok sevdim. İnançsal tabuları yıkan her daim ikinci bir şansın olduğunu fısıldayan, cennetin de cehennemin de yalnızca insanın kalbinde olabileceğini gösteren bir filmdi. Teknik anlamda da son derece başarılı olan filmin zaman geçişlerini aktarma şeklini çok sevdim. Akışın ruhunu bozmayan, duyguya zarar vermediği gibi göze de hitap eden başarılı bir seçim. Mehmet Ada Öztekin'e de buradan sevgiler...

Yan rollerden en sevdiğim karakter Sarp Akkaya'nın canlandırdığı Müdür Nail karakteriydi. Karanlığın arasında ışığı sembolize eden karakter, umudun da simgesi gibiydi. Sarp Akkaya'yı da çok severim, karakteri canlandıran kişisinin o olması da gözümde sempatisini arttırmış olabilir. Yurdaer Okur, Yarbay Aydın rolüne epeydir alışık olduğumuz şekilde cuk oturmuş ama onu iyi rollerde izlemeyi de özlemedik değil hani. İlker Aksum ise benim için filmin sürpriziydi, afişi detaylı inceleme fırsatı bulamamıştım onu görünce bir şaşırdım. Çok yakışmış. Yaşananlardan ders alarak onun da hayatına yön vermesi, özgürleşmeyi seçenlerden olması güzeldi.
Beni bıraksanız böyle sayfalarca yazmaya devam ederim ama halihazırda yazmayı bir hafta geciktirmiş olduğum yazımı daha fazla geciktirmemek adına burada satırlarıma son veriyorum. Verilen tüm emeklere değmiş, hem oyunculukları hem ana hikâyeyi işleyiş biçimiyle göz dolduran bir filmdi. Emeklere sağlık...
Hâlâ gitmediyseniz daha fazla geciktirmeyin derim. Vizyondan kalkmadan yetişin.
Sevgiyle...